Çok Uluslu Petrol Şirketlerinin İklim Değişikliğine İlişkin Sorumlulukları
Görsel: Fotoğrafçı Chris LeBoutillier (www.unsplash.com)
Çok Uluslu Petrol Şirketlerinin İklim Değişikliğine İlişkin Sorumlulukları
I. Giriş
İklim değişikliği, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS)’nde, “karşılaştırılabilir zaman dilimlerinde gözlenen doğal iklim değişikliğine ek olarak, doğrudan veya dolaylı olarak küresel atmosferin bileşimini bozan insan faaliyetleri sonucunda iklimde oluşan bir değişiklik” olarak tanımlanmaktadır.
Sanayi devriminden bu yana giderek artan fosil yakıt tüketimi, atmosfere daha fazla sera gazı salınmasına ve istenmeyen güneş ışınlarının atmosferde hapsolmasına sebep olmakta, bu durum küresel ısınmaya ve dolayısıyla iklim değişikliklerine yol açmaktadır. [1] [2] Diğer başka faktörlere ilaveten, petrol arama faaliyetleri ve fosil yakıt tüketiminin artarak devamı neticesinde Paris Anlaşmasında belirtilen küresel sıcaklık artışının 1,5 °C’nin altında tutulması hedefine ulaşılamayacağı açıktır. [3] Bu faaliyetlerin önemli bir çoğunluğunun çok uluslu petrol şirketleri tarafından gerçekleştirildiği göz önüne alındığında, söz konusu şirketler iklim değişikliğine yol açan karbon emisyonunun en önemli faillerinden biri konumuna gelmektedirler. [4] [5] Buradan hareketle, çok uluslu şirketlerin kimi zaman devletlerden bile daha büyük etki doğurabilecek faaliyetleri olduğundan, bu faaliyetlerin neticesinde oluşabilecek zararları önlemek adına almaları gereken tedbirler büyük önem arz etmektedir.
Bu yazıda öncelikle iklim değişikliğinin, insan haklarından etkin bir şekilde yararlanabilme üzerindeki etkileri değerlendirilecek, ardından dünya genelinde çok uluslu petrol şirketlerine yönelik olarak açılmış iklim değişikliği dava örnekleri üzerinden bu şirketlerin iklim değişikliğine ilişkin sorumlulukları incelenmeye çalışılacaktır.
II. İklim Değişikliğinin İnsan Hakları Açısından Değerlendirilmesi
Sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevreye sahip olma, en temel insan hakkı olan yaşam hakkının ayrılmaz bir parçasıdır. [6] Olağanüstü hava olayları ve doğal afetlerin artan sıklığı, yükselen deniz seviyeleri, seller, sıcaklık dalgaları, kuraklık, çölleşme ve su kıtlığı iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden bazılarıdır. Bu gibi durumlar, doğrudan ve dolaylı olarak, yaşam hakkı, temiz suya erişim ve sanitasyon, gıda, sağlık, barınma, kendi kaderini tayin etme, kültür, çalışma ve kalkınma hakları da dahil olmak üzere, dünyanın her yerinden insanların bir dizi insan hakkından tam ve etkin bir şekilde yararlanmasını tehdit etmektedir. [7] [8] [9]
Konuyu somut örneklerle ele almak gerekirse: 2003 yılında Fransa’da üç hafta süren ve tahmini 14 bin 800 kişinin ölümüne yol açan, aynı şekilde 2010 yılında Rusya’da görülen ve 55 bin insanın hayatına son verdiği tahmin edilen aşırı sıcak hava dalgası; Filipinler’deki Haiyan tayfunununda 6 bin insanın ölümü gibi olaylar bu tehdidi göz önüne sermektedir. Bütün bu olağanüstü olayların yanı sıra gıda ve su kaynaklarının kirlenmesi ve tükenmesi ile gıda güvenliğinin dünyanın birçok yerinde azalması dolayısıyla kıtlık ve yetersiz beslenmenin ortaya çıkması, en temel hak olan yaşam hakkından yararlanmanın iklim değişikliği ile ne kadar ilişkili ve hatta iklim değişikliğinin aslında tüm bu olaylarda ana aktör olduğunu göstermektedir. [10]
Açıklanan somut örneklerle de sabit olduğu üzere, çok uluslu şirketler bazı ekonomik olarak az gelişmiş veya küçük devletlere göre çok daha büyük çevresel zararlar ve insan hakları ihlalleri doğurabilecek faaliyetlerde bulunabileceğinden, şirketlerin söz konusu faaliyetlerinin denetlenmesi ve olası zararların tazmini noktasında uluslararası ölçekte yaptırım gücü bulunan kanunlaştırma çalışmalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu noktada değinilmesi gereken bir çalışma olarak Birleşmiş Milletler İş Hayatı ve İnsan Hakları Rehber İlkeleri (UNGPs), çok uluslu şirketler başta olmak üzere şirketlerin tüm ilgili yasalara uyumlu olarak insan haklarına saygı gösterme yükümlülüklerini ortaya koyan bir belgedir. Ancak söz konusu belge bağlayıcılığı olmayan soft law ilkeleri kapsamında olduğundan hukuki yaptırım gücü bulunmamakta, netice itibariyle belgenin amacı şirketlerin insan hakları duyarlılıklarının artmasına katkı sağlamaktan öteye gidememektedir.
Her ne kadar uluslararası anlamda bağlayıcılığı olan ve doğrudan çok uluslu şirketlerin yükümlülüğünü doğuran kanunlaştırma çalışmaları yetersiz olsa da bu durum yalnız başına şirketlerin sorumluluktan kaçınabilmesine olanak sağlamamıştır.
Çok uluslu petrol şirketlerinin faaliyetleri neticesinde ortaya çıkan iklim değişikliğinin boyutlarını anlamak açısından 2020 yılı başlarında on dört Fransız şehri ve dört STK tarafından Total aleyhine açılan dava, çarpıcı bir örnek olacaktır. Bu davada şirket, dünyanın toplam sera gazı emisyonlarının yüzde birinden ve Fransa emisyonlarının üçte ikisinden sorumlu olacak şekilde dünyanın en büyük emisyon salıcılarından biri olarak gösterilmektedir. [11] Yine Aralık 2019’da düzenlenen COP25’te (25. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı) İnsan Hakları Komisyonu, aralarında Shell, BP ve Total gibi çok uluslu petrol şirketlerinin de bulunduğu 47 karbon devinin iklim değişikliğine sebebiyetten sorumlu tutulabileceğini ve ilgili insan hakları ihlallerinin mağdurları için adalete erişimin sağlanması gerektiğini belirtmiştir. [12]
Her geçen gün önemini daha da arttıran, bu şirketlere karşı yürütülen iklim değişikliği davaları hak ihlallerinin mağdurları lehine sonuçlanabilmekte ve dolayısıyla bu şirketlere politikalarında değişikliğe gitmeleri yönünde baskı oluşturmaktadır. Sıradaki bölümde söz konusu iklim değişikliği davalarından birkaçı incelenerek verilen kararlar üzerinden çok uluslu petrol şirketlerinin iklim değişikliğine ilişkin sorumlulukları tespit edilmeye çalışılacaktır.
III. Çok Uluslu Petrol Şirketlerine Karşı Açılmış İklim Değişikliği Dava Örnekleri
Öncelikle belirtmek gerekir ki, çok uluslu petrol şirketlerine yönelik iklim değişikliği davaları, petrol şirketlerinin iklim değişikliğine ilişkin yanlış beyanları olmasına veya bu şirketlerin faaliyetlerinin haksız fiil oluşturmasına dayanan, davacıların çeşitli iddialarını içerebilmektedir. Tüm bu iddiaların hukuki bir zemine oturtulması ve illiyet bağının gerekliliği açısından davalı şirketlerin sorumluluğundan söz edilebilmesi için davada öne sürülen zararın bu şirketlerin faaliyetleri neticesinde ortaya çıktığı ispat edilebilmelidir. Esasa ilişkin durumların yanı sıra, bu davalarda yargı yetki ve görevinin hangi mahkemede olacağı gibi usuli birtakım uyuşmazlıklar da gündeme gelebilmekte, oldukça uzun süren yargılama süreçleri de tüm bunlara eklendiğinde iklim değişikliği davası açmanın davacılar açısından zor bir süreç olduğu gözler önüne serilmektedir. Bu durum, davaların bireylerden ziyade genellikle kendilerinin ve vatandaşlarının iklim değişikliğinden zarar gördüğünü iddia eden eyaletler, yerel yönetimler veya sivil toplum kuruluşları tarafından açılmasının nedenlerinden biri olabilir. Meselenin farklı boyutlarını ele alan birkaç dava örneği incelenerek gerek bu davaların süreç içerisinde gösterdiği değişim, gerekse de verilen mahkeme kararları bağlamında şirketlerin sorumlulukları tespit edilmeye çalışılacaktır.
İlk olarak, Ned Comer ve yakınları tarafından 2005 yılında ABD’de açılan, davacıların aynı yıl meydana gelen Katrina Kasırgası nedeniyle evlerini, işlerini, sağlıklarını ve sevdiklerini kaybetmek suretiyle zarara uğradıklarını, söz konusu zararın sorumlusu olarak da birtakım fosil yakıt şirketlerini gösterdikleri davayı inceleyelim. Davada, iklim değişikliğine yol açan sera gazı salınımını yaparak Katrina Kasırgasının şiddetini artırmaya sebep oldukları gerekçesiyle aralarında Shell ve ExxonMobil gibi çok uluslu petrol şirketlerinin de bulunduğu birtakım fosil yakıt şirketlerinin zararın sorumlusu oldukları, dolayısıyla tazmin yükümlülüklerinin bulunduğu iddia edilmiştir. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere, bu gibi zarar iddialarının doğrudan davalının haksız fiilinden veya ihmalinden kaynaklandığının ispatı neredeyse imkansızdır. Nitekim davacı şirketler de kendi argümanlarını öne sürerlerken bu durumdan faydalanmış, söz konusu zararın sebebinin izi sürülemeyeceğinden sebebin kendilerine atfedilmesinin mümkün olmadığını, dolayısıyla davalıların tazmin taleplerinin de kendilerine yöneltilemeyeceğini belirtmişlerdir. İlk Derece Mahkemesi (District Court) tarafından verilen kararda mahkeme, davacıların iddialarının siyasi soru doktrini (‘political question doctrine’) uyarınca yargılamaya konu olamayacağını belirterek, davacılar hakkındaki iddiaların düşürülmesine ve davanın dayanak yoksunluğundan reddine karar vermiştir. Devamında ise, her ne kadar İstinaf Mahkemesi (Appeal Court) tarafından incelenen davada davacıların iddialarının bir kısmının kabul edilebilir olduğunu öne süren hakimler oldu ise de yeter sayıya ulaşılamadığından yine davacılar aleyhine karar verilmiştir. Nihayetinde davacılar, uyuşmazlığı Yüksek Mahkeme (Supreme Court) önüne taşıma girişiminde bulunmuş, Mahkeme’den bu şirketlerin faaliyetlerini düzenemelerine yönelik olarak bir emirname (‘mandamus’) çıkarmasını talep etmişlerse de, ABD Yüksek Mahkemesi, 2011 yılında verdiği kararda, davacıların bu talebini herhangi bir yorum yapmadan reddetmiştir.
Görüldüğü gibi, eski dönem olarak adlandırılabilecek bu davada gerek davacıların iddialarının zayıf olması gerekse de mahkeme heyetlerinin konuyu politik bulmaları dolayısıyla çekimser yaklaşmaları neticesinde nihai karar davacı aleyhine verilmiştir. Her ne kadar bu durum davalı şirketlerin faaliyetlerinin iklim değişikliğine etki ettiği gerçeğini değiştirmese de meselenin hukuki boyutuna bakıldığında yeterli dayanak oluşmadığından şirketlere herhangi bir sorumluluk yüklenememiştir. Nihayetinde bu şirketlerin faaliyetlerinin genel olarak iklim değişikliği üzerindeki doğrudan ve dolaylı etkileri tespit edilebiliyor olsa da, Katrina kasırgası özelinde doğrudan etkinin ispatının mümkün olamayacağı açıktır.
Sıradaki dava, zaman içerisinde bu davalardaki davacıların iddialarının kapsamının nasıl değiştiğinin incelenebilmesi açısından önemli bir örnek oluşturmaktadır.
İlgili örnekte, 2017’de Kaliforniya’daki üç yerel yönetim tarafından aralarında BP, ExxonMobil, Chevron ve Shell gibi çok uluslu petrol şirketleri de dahil olmak üzere 37 fosil yakıt şirketine karşı açılmış olan iklim değişikliği davasını inceleyelim. Söz konusu davada davacılar, davalı şirketlerin fosil yakıt ürünlerinin üretimi, tanıtımı, pazarlanması ve kullanımı, aynı zamanda bu ürünlerin bilinen tehlikelerinin gizlenmesi; bunların doğrudan ve dolaylı olarak neden olduğu iklim değişikliği ve buna bağlı olarak gerçekleşen şiddetli seller, deniz seviyelerinin yükselmesi gibi etkilerin farkında olmalarına rağmen harekete geçmeyerek iklim değişikliğinin olumsuz sonuçlarına sebep olduklarını iddia etmekte, bu nedenle de halihazırda yaşanan ve gelecekte de yaşanacak olan bu olumsuz sonuçlara uyum sağlamanın getireceği maliyetler için tazminat talep etmektedirler. Buna karşılık davalı şirketlerin argümanlarına bakıldığında ise öne çıkanlar şu şekildedir: Shell’e göre, iklim değişikliği sorunu mahkemeler tarafından değil, sağlam hükümet politikaları ve kültürel değişim yoluyla ele alınmalı ve çözümlenmelidir. Statoil ise yukarıda bahsedilen kararda da zikredildiği gibi bu türden davaların daha öncesinde siyasi soru doktrini uyarınca reddedildiğini, aynı durumun bu davada da söz konusu olduğundan davanın reddini talep etmiştir. Bunların yanında, davalıların lehine karar çıkma olasılığı daha yüksek olduğundan, diğer davalıların da katılımıyla Chevron tarafından öne sürülen bildiride davanın devlet mahkemelerinde değil eyalet mahkemelerinde görülmesi gerektiği iddia edilmiştir. Dava halen bu iddianın açıklığa kavuşturulması üzerine devam etmektedir.
Bir diğer örnek olarak, 2015’te Greenpeace Güneydoğu Asya, diğer birçok STK ve kişi tarafından Filipinler İnsan Hakları Komisyonu’na verilen dilekçede komisyondan, aralarında BP, Shell, Total, ve Repsol gibi bazı çok uluslu petrol şirketlerinin de bulunduğu “Karbon Devleri”nin faaliyetlerinin iklim değişikliği ve okyanus asitlenmesine yol açmasının insan haklarıyla ilgili sonuçları ve nihayetinde Filipinler’deki hak ihlalleri üzerine bir soruşturma yürütmeleri istenmiştir. Komisyon, 11 Aralık 2017’de düzenlenen bir konferansta dilekçeyi kabul etmiş ve büyük fosil yakıt şirketlerinin iklim değişikliğine katkılarından kaynaklanan potansiyel insan hakları ihlallerini araştıracaklarını doğrulamıştır. Ardından komisyon, bu “Karbon Devleri”’nin iklim değişikliğinin etkilerinden sorumlu tutulabileceğini açıklayarak Filipinler’deki mevcut kanunların dava için gereken zemin sağladığını ve engelleme ve kasıtlı gizleme eylemlerine karıştıkları açıkça kanıtlanan şirketlerin cezai olarak sorumlu tutmanın da mümkün olabileceğini tespit etmiştir. Komisyon ayrıca, Birleşmiş Milletler İş Dünyası ve İnsan Hakları Kılavuz İlkeleri’nde (UNGPs) belirtildiği üzere, büyük fosil yakıt şirketlerinin insan haklarına saygı gösterme yükümlülüğü olduğu sonucuna varmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki komisyonun vardığı sonuç bir ‘hüküm’ niteliğinde değildir, zira komisyon bir yargı organı değildir. Komisyon, sivil ve siyasi haklar dahil olmak üzere toplumun savunmasız kesimlerine karşı insan hakları ihlalleri hakkında soruşturmalar yürütmekle görevlidir. Yine de, komisyonun vardığı sonuç meselenin yargıya taşınması durumunda davacılar lehine büyük bir avantaj ve hatta diğer iklim değişikliği davalarında da öne sürülebilecek bir argüman oluşturmaktadır.
Sıradaki bölümde örnek olarak verilmiş bu davaların süreçleri ve sonuçları üzerinden iklim değişikliği davalarının genel olarak durumu tespit edilmeye çalışılacaktır.
IV. Değerlendirme ve Sonuç
İklim değişikliği, özellikle yaşam, sağlık ve barınma hakkı üzerindeki etkileri nedeniyle zamanımızın tartışmasız en büyük insan hakları sorunlarından biridir. Bu insan hakları sorununun en büyük aktörlerinden biri ise çok uluslu petrol şirketlerdir. Söz konusu ihlaller karşısında hukuki anlamda bulunan çare ise iklim değişikliği davalarıdır. İklim değişikliği davaları, bu davaları değerlendiren zengin bir hukuk ve sosyal bilimler literatürünün ortaya çıkmasıyla paralel olarak son on yılda katlanarak büyümüştür. [13] Ancak belirtmek gerekir ki, bu davaların sayısındaki artış, davaların etkinlik düzeyi ile paralellik gösterememiştir. Zira her ne kadar geçmişe kıyasla daha az çekimser olan ve şirketlere sorumluluk yükleyebilen kararlar verilebiliyor olsa da, davalarda karar aşamasına gelinmesi yıllar almakta, çoğunlukla yargı yetkisinin hangi mahkemede olacağı gibi usul tartışmaları esas konunun önüne geçmektedir. Meselenin aciliyeti göz önüne alındığında, bu durum iklim değişikliği davalarının insan hakları ihlallerine karşı bir ‘çare’ olarak nitelendirilebilmesinin önüne geçmektedir. Ancak iklim değişikliği davaları hukukun nispeten yeni ve halen gelişmekte olan bir alanı olduğundan, davaların daha hızlı ve etkili bir çözüm getirmesi bu gelişmeye bağlı olarak elbette mümkündür.
Sonuç olarak, iklim değişikliği davaları erken bir aşamada başarısız olabilir, yargılama boyunca ilerleyebilir veya bir tür küresel çözümle sonuçlanabilir. Ancak kazanımların, kayıpların veya uzlaşmaların ötesinde, meseleyi pratik anlamda acilen çözüme ulaştırabilecek durum, bu davalar esnasında şirketlerin iklim değişikliğine sebep olan, iklim değişikliği gerçeğini örtmeye ve halkı yanlış yönlendirmeye yönelik faaliyetlerinin açığa çıkması ve kamuoyuyla paylaşılmasıdır. Davacılar, petrol şirketlerinin bu şekildeki sırlarını ve faaliyetlerini kamuoyunun gözü önüne sermeyi başarabilirlerse, daha öncesinde tütün endüstrisinde olduğu gibi, potansiyel olarak bu şirketleri kalıcı olarak zayıflatabilecek bir olumsuz reklam dalgası yaratabileceklerdir. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz aşamada bu davaların ‘çare’ oluşu davaların sonuçları değil, süreçleri esnasında gün ışığına çıkarılacak gerçeklere dayanabilir. Gelecekte bu davaların seyrinde gösterilecek gelişme doğrultusunda ise çok daha hızlı ve şirketlerin politikalarında köklü değişmelere gitmelerine neden olacak, dolayısıyla iklim değişikliğinin önüne geçmede etkili olabilecek kararlar verilebilir.