Dünden Bugüne Şeyh Cerrah: İnsancıl Hukuk Bağlamında Bir Değerlendirme
Görsel bağlantısı için buraya tıklayınız.
1. Giriş
Ekim 2020’de İsrail yerel mahkemesi, Doğu Kudüs’ün Şeyh Cerrah mahallesinde yaşayan dört Filistinli ailenin Mayıs 2021’de ve bir diğer dört Filistinli ailenin Ağustos 2021’de evlerinden tahliye olması hakkında karar verdi. Takvimlerin 2021 Mayıs’ını göstermesiyle beraber İsrailli yerleşimciler hiç vakit kaybetmeden Şeyh Cerrah mahallesinde Filistinli ailelerin evlerini boşaltmalarını talep etmeye başladılar. Sosyal medyada konuyla alakalı pek çok fotoğraf ve video gündem oldu ve tepkilerin büyümesi üzerine İsrail Mahkemesi tahliyeye ilişkin duruşmayı 1 ay erteleme kararı aldı. 2 Ağustos 2021 tarihinde de uzun süredir süregelen dava İsrail mahkemesi tarafından tekrar ertelendi. Gündeme düşen fotoğraflar ve videolar kamuoyunda büyük tepkiler uyandırsa da Şeyh Cerrah mahallesi bu olgularla ilk kez karşılaşmıyor. Şeyh Cerrah mahallesinin zorla tahliye diktesiyle karşılaşan mevcut sakinleri, halihazırda işgal edilmiş bölgelerden sürülmüş olduklarından esasında ikinci bir haksız tahliye ile yüz yüze gelmiş bulunmaktadırlar. Alınan tahliye kararı ile ilgili İsrail kendisini, “Şeyh Cerrah mahallesinde yaşayan ailelerin kira ödemediği” gerekçesiyle tahliye edilmeleri gerektiğini ifade ederek savunmuştu. İsrail’in savunmasının hukuki değerlendirmesini yapabilmek için ise bölge geçmişine ışık tutmak gerekiyor. Bu yazıda öncelikle bölgede bugüne dek gerçekleşen olaylardan bahsedilecek, devamında Doğu Kudüs’ün uluslararası hukuktaki yasal statüsüne değinilecek, ardından genel olarak bölgede süregelen olayların ve Şeyh Cerrah mahallesi sakinlerinin tahliyesiyle ilgili alınan kararın insancıl hukuk bağlamında bir değerlendirmesine yer verilecek ve yazı sonuçlandırılacaktır.
2. Bugüne Dek Şeyh Cerrah’ta neler oldu ve olmakta?
Şeyh Cerrah mahallesi, 1948’de Nakba’da gerçekleşen etnik temizleme sonucu evlerini kaybetmiş 28 Filistinli mülteci aileye ev sahipliği yapan Doğu Kudüs’teki Eski Şehir’in kuzeyinde bir yerleşim bölgesidir. Nakba’da gerçekleşen olaylar sonrasında mülteci statüsüne giren aileler, Ürdün ve United Nations Relief and Works Agency for Palestine Refugees in the Near East (UNRWA) arasında yapılan 1956 tarihli anlaşmada[1], Şeyh Cerrah’a yerleştirilmiş ve 3 yıl kira ödemenin ardından, toprağın ve evlerin mülkiyetlerini kazanacakları kendilerine bildirilmişti. İsrail’in bu süreçte Doğu Kudüs’ü işgal altına almasıyla birlikte bölgede yaşayan aileler, evlerinin ve topraklarının mülkiyetini hukuken kazanamamıştır.
Bugün Şeyh Cerrah’ın sahibinin kim olduğu konusunda iddiada bulunan iki farklı grup mevcuttur. İddialardan ilki 1948’den önce toprağın mülkiyetine sahip olduğunu iddia eden Yahudi Komisyonları’na (The Sephardic Community Committee ve The Knesset Israel Committee) ait iddia ve ikincisi 60 yılı aşkın süredir bölgede yaşayan 500’ün üzerinde ferdi bulunan 28 aileye ait iddiadır. 1982 yılında Yahudi Komisyonları, ailelerin tahliyesine ilişkin talepte bulunmuştur. Bu ailelerden bir kısmı İsrailli bir avukat olan Yitzhak Toussia-Cohen tarafından temsil edilmiştir. Avukat, mülkiyetin sahipliğine ilişkin herhangi bir savunma yapmadan anlaşma yolunu izlemiştir ve müvekkilleri için “koruma altındaki kiracılar” statüsünü, onları bu konuda bilgilendirmeden dolayısıyla onların rızasını almadan kabul etmiştir[2]. Ailelerin rızasının yokluğuna rağmen, İsrail mahkemesi, bu sözleşmeyi hukuka uygun ve geçerli kabul etmiştir. Nahalat Şimon isimli bir şirket, Yahudi Komisyonları’nın mülkiyete ilişkin iddialarını desteklemiş ve bölge sakinlerinin tahliyesi için İsrail Mahkemesi’nden talepte bulunmuştur. Şirket, bölgenin 19. Yüzyıldan önce Yahudi ailelere ait olduğunu ve Osmanlı Devleti’nin arşivlerinde olan tapu ve belgelerle bu durumu kanıtlayabileceklerini ifade etse de Ankara’daki Osmanlı arşivlerinin yetkilileri tarafından, bahsedilen tapuların arşivde bulunmadığının ifade edilmesiyle, belgelerin gerçekte var olup olmadığı zihinlerde soru işaretleri oluşturmuştur.[3] Bölgenin mülkiyetine ilişkin herhangi bir tapu veya resmî belge olmamasına rağmen, Şeyh Cerrah mahallesinde yaşayan aileler, komisyonlardan arka arkaya kira ödemedikleri ile ilgili tebligatlar almaya başlamışlardır. Bu ise uzun soluklu bir yasal sürecin başlangıcı olmuştur[4].
3. Uluslararası Hukuk Kapsamında Değerlendirme
3.1. Doğu Kudüs’ün yasal statüsü
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 9 Aralık 1949 tarihli 303 sayılı kararında, 181 ve 194 sayılı kararlarına da atıfta bulunarak Kudüs’ün corpus seperatum ile yani kalıcı olarak ayrı bir yönetimle uluslararası bir sistemin kontrolünde yönetileceğini kararlaştırmıştır. Bu kararın uygulamaya geçirilmediğini ise hemen belirtmek gerekir zira Kudüs’ün statüsünü belirleyen unsur Birleşmiş Milletler kararlarından ziyade silahlı çatışmalar ve işgaller olmuştur.
1948 yılında gerçekleşen Arap-İsrail savaşı sonunda Doğu Kudüs toprakları Ürdün hakimiyeti altına girmiştir. Yirmi yılın ardından, 1967 savaşı sonucunda İsrail, Doğu Kudüs’ü ilhak etmeye başlamıştır ve bu süreçte sınır dışı edilen veya kaçmak zorunda kalan Filistinlilerin evlerinin İsrailliler tarafından ilhak edilmesine izin vermiştir. Bu tutumunu da 1950 senesinde Absentee Mülkiyet Yasaları adı altında iç hukukta yasallaştırmıştır. İsrail hükümeti 1970 tarihinde Hukuki ve İdari Konuları Düzenleyici Yasa’yı çıkarmış ve İsraillilerin, 1948 öncesinde Doğu Kudüs’ün kendilerine ait olduğunu iddia etmesine münhasıran izin vermiştir. Bahsi geçen yasa, mülkiyet iddiasında bulunma hakkını yalnızca İsraillilere tanıması ve Filistinlileri kapsamı dışında bırakması bakımından Filistinlilerin Doğu Kudüs’teki mülksüzleşmesini pekiştirmeye çalışır niteliktedir. İsrail, önce askeri yollarla, ardından iç hukukunun dayatılması ve yargı yetkisinin genişletilmesiyle Doğu Kudüs’ü fiilen ilhak etmiştir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi bu durumun geçersiz kabul edileceğine ilişkin bir duyuruda ve İsrail’e karşı Kudüs’ün statüsünün değiştirilmesine ilişkin gerçekleştirilen düzenlemelerin geri alınmasına ilişkin çağrıda bulunmuştur. İsrail ise bu çağrılara icap etmemek konusunda ısrarcı bir tutum sergilemektedir. Her iki kurum tarafından da defalarca teyit edildiği ve Uluslararası Adalet Divanı’nın Temmuz 2004 tarihli istişari görüşünde açıkça belirtildiği üzere, Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze Şeridi, İsrail’in işgalci güç olarak kabul edildiği, işgal edilmiş Filistin toprakları sayılıyor. Bu nedenle, İsrail’in Doğu Kudüs üzerinde egemenlik iddiasının uluslararası hukukta hiçbir geçerliliği bulunmamaktadır. Bu genel kabulden hareketle İsrail’in Doğu Kudüs üzerinde yalnızca geçici yönetim yetkisine sahip olduğu ve İsrail yasalarının işgal altındaki Filistin topraklarına uygulanmaması gerektiği belirtilmelidir. Uluslararası toplumun açıkça ifade ettiği iradesine rağmen ise, Şeyh Cerrah’ın Filistinli sakinleri, İsrail’in iç hukukunun dayatılmasıyla yönetilmeye devam etmektedir.[5]
3.2. Uluslararası İnsancıl Hukuk Kapsamında Değerlendirme
İsrail’in bölgede varlığını bir işgalci kuvvet olarak sürdürdüğünden hareketle uluslararası insancıl hukuk kapsamında yapılacak bir değerlendirmede ok hemen uluslararası insancıl hukukun bir dalı olan işgal hukukuna çevrilecektir. İşgal hukuku, bir devletin, üzerinde hiçbir egemenliği bulunmayan diğer bir devlet üzerinde o devletin rızası olmaksızın etkin güç kullandığı takdirde karşımıza çıkan bir alandır. İşgal hukukunun temel kaynaklarını 1907 tarihli Lahey Düzenlemeleri ve 1949 tarihli IV. Cenevre Sözleşmesi oluşturur.
1907 tarihli Lahey Düzenlemeleri, uluslararası insancıl hukuk için teamül hukuku niteliğindedir ve İsrail dahil bütün uluslar için bağlayıcıdır. Lahey Düzenlemeleri’nin 42. maddesinde işgalin tanımı yapılmıştır. Bu düzenlemelerin 43. maddesinde ise, “Kanuni kuvvetin yetkisi fiilen işgal edenin elleri arasına geçmiş olduğundan; bir işgal eden, mutlak surette karşı gelmek hali müstesna, ülkede yürürlükte bulunan kanunlara saygı göstererek, kamu hayatını ve nizamını mümkün olduğu kadar yeniden tesis etmek ve sağlamlaştırmak muvacehesinde, kendi yetkisine giren bütün tedbirleri alır.” denmek suretiyle işgalci kuvvetin işgal ettiği topraklardaki genel yükümlülüğünün kapsamı belirtilmiştir. 1907 tarihli Lahey Düzenlemelerinin 46. maddesinde ise aile hakları, özel hayat ve mülkiyet hakları koruma altına alınmıştır. Lahey Düzenlemelerinin sayılan maddeleri, bölgede varlığını işgalci güç olarak sürdüren İsrail için çeşitli sorumluluklar barındırmaktadır.
Bu maddelerden hareketle, İsrail’in “bölge yasalarına” saygı gösterme yükümlülüğü bulunduğu ve bölgede kalıcı değişiklikler yapmaya salahiyeti olmadığı belirtilmelidir. Ayrıca, bölgedeki varlığı süresince bölgede halkın güvenliğini temin etmekle, kamu düzenini sağlamakla ve sağlamlaştırmakla yükümlü olduğu madde metinlerinden açıkça anlaşılmaktadır.
Teoriden pratiğe dönüldüğünde ise, alınan gerekçesiz mahkeme kararları, askeri emirlerle bölge planlamasında gerçekleştirilen kapsamlı değişimler, evlerinden zorla tahliye edilen aileler ve sokakta yaşamak zorunda bırakılan insanlarla karşılaşılmaktadır. Bu durumlara ek olarak tahliyelerin gerçekleştirilmesi esnasında İsrail kolluk kuvvetlerinin bölge sakinlerine karşı kuvvet kullanması, İsrail’in bu düzenlemelerden doğan yükümlülüklerinden olan “bölgede asayiş ve güveni sağlayıcı” değil, zedeleyici uygulamalara hayat verdiği görülmektedir. Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in kendisi için bağlayıcı nitelik taşıyan Lahey Düzenlemelerini ihlal etmekte olduğu çıkarımı yapılacaktır.
1949 tarihli IV. Cenevre Sözleşmesi, işgal hukukuna kaynaklık eden en önemli sözleşmedir. İsrail, dört Cenevre Sözleşmesinin altına da imzasını atmış ve sözleşmelerin bağlayıcılığını kabul etmiş devletlerden biri olarak IV. Cenevre Sözleşmesi’ne de taraftır. IV. Cenevre Sözleşmesi’nin 4. maddesine göre, Doğu Kudüs’teki Filistin halkı, koruma altındaki kişiler olarak kabul edilmektedirler. Sözleşmenin 29. maddesi, işgalci devletin koruma altındaki kişilere karşı olan sorumluluğunu ifade etmiştir; 27. madde ise koruma altındaki kişilere kapsamlı güvenceler sağlamıştır.
Sözleşmenin madde 53’ü ile de “mülkiyetin imha edilmesi yasağı” getirilmiştir ve işgal altındaki topraklarda bulunan şahıslara ya da devlete veyahut başkaca teşekküllere ait olması fark etmeksizin menkul ve gayrimenkul malların imhası yasaklanmıştır meğerki askeri operasyonlar açısından mutlak bir gereklilik durumu olmasın. İşgalci güç yalnızca nüfusun güvenliği için veya önemli askeri sebeplerin gerektirmesi halinde, parça ya da bütün olarak tahliye gerçekleştirebilecektir ki tahliyeler gerçekleşse dahi, askeri gerekler ve nüfusun güvenliğini tehlikeye atan durumların son bulması halinde tahliye edilen kişiler evlerine geri yerleştirilmelidir. Ayrıca işgalci güç tarafından, tahliye esnasında bu kişilere uygun yaşam ve konaklama şartları sağlanmalıdır.
Madde 47, işgalci güce, sözleşme hükümlerine değişen şartlara rağmen bağlı kalma sorumluluğu getirmektedir. Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) ise yorumlarında, madde metnine paralel olarak, “İşgalci güç, uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayarak bir çatışma sırasında işgal altındaki toprakların tamamını veya bir kısmını ilhakını iddia etse dahi, sözleşmeyi bir bütün olarak uygulamakla yükümlü olmaya devam edecektir.” diyerek sivillerin işgal esnasında tam bir koruma altında kalmasını sağlamaya çalışmıştır.
Bu açıklamalar ışığında Şeyh Cerrah’a dönüldüğünde, sayılan maddelerin uygulanması hususunda ciddi problemlerle karşılaşılacaktır. Zira Şeyh Cerrah tahliyeleri esnasında, tahliye tehlikesi ile karşı karşıya kalan kimselere ne alternatif bir mesken sunulmakta ne de finansal herhangi bir yardım yapılmaktadır. Tahliyelerin gerçekleştirilmesi esnasında kişilerin güvenlikleri, aile yaşantıları gibi IV. Cenevre Sözleşmesi ile güvence altına alınmış olan hakları ciddi şekilde zarar görmektedir. Keza bölgede asayişin tekrar sağlanması halinde kişilere evlerine geri dönme imkânı da sunulmamaktadır. Bölgede tahliyeleri gerektirecek ve ardından asayişin sağlanmasını bekletecek acil, önemli askeri sebeplerin varlığı ise tartışmaya açıktır.
Bu maddelerin yanı sıra, IV. Cenevre Sözleşmesi’nin 49. maddesinin 6. paragrafı konu açısından hayli dikkat çekicidir: “Şamil devlet, işgal ettiği topraklara bizzat kendi halkının bir kısmını tehcir veya nakledemez.” Şeyh Cerrah Mahallesinde, Filistinlilerin evleri boşaltıldığı anda o evlere İsrailli yerleşimcilerin oturmaya başlaması tam da bu maddeye aykırılık teşkil eder nitelikte bir durumdur. Sözleşmenin 147. maddesi sözleşmeye ağır ihlal kabilindeki uygulamaları saymıştır. “Gayrikanuni tehcir veya nakil” ve “gayrimeşru ve keyfi büyük ölçüde mal tahribatı ve mal tesahübü” ağır ihlaller olarak madde metninde yer edinmiştir. İç hukukta yasallaştırılmış, yalnızca belirli bir zümreyi kapsayıcı ve uluslararası hukukta hükmü bulunmayan birtakım düzenlemelerle sözleşmenin ağır ihlal durumlarının Şeyh Cerrah Mahallesi’nde hayat bulmakta olduğu gerçeği bertaraf edilemeyecektir. Bu ağır ihlallerin akıbeti ise Roma Statüsü madde 8(2)(a)(iv)’de ve 8(2)(b)(viii)’de “savaş suçu” olarak belirlenmiştir.
İsrail 1949 tarihli Cenevre Sözleşmelerinin altına imzasını koyan devletlerden biri olmasına rağmen sözleşmenin işgal altındaki Filistin topraklarına uygulanabilirliğini reddetmektedir. Gerekçe olarak da bölgede varlığını “işgalci” olarak değil, “yönetici” olarak sürdürdüğünü öne sürmektedir.[6] Sözleşmenin yalnızca “insancıl hükümleri” ile bağlı olduğunu ifade eden İsrail’in bu insancıl hükümlerin neler olduğu konusunda henüz bir açıklama yapmaması da dikkat çekici bir noktadır.[7] İsrail’in sözleşmelere ısrarla aykırı davranmasının ve bu tavrını gerekçelendirdiği açıklamasının ise uluslararası toplum tarafından kabul edildiği söylenemeyecektir. Öyle ki Aralık 2001’de, 1949 tarihli Cenevre Sözleşmelerinin yüksek akit tarafları bir araya gelerek “ICRC tarafından sözleşmelerin, Doğu Kudüs’ü de kapsayacak şekilde, 1967 yılından beri işgal altındaki Filistin topraklarına uygulanması gerektiğinin tasdik edildiğini” açıklamıştır. İlaveten, Uluslararası Adalet Divanı Temmuz 2004 tarihli istişari görüşünde, “IV. Cenevre Sözleşmesi’nin işgal altındaki her toprağa ve dolayısıyla da Filistin topraklarına uygulanması gerektiğine” vurgu yapmış ve İsrail’in eylemlerinin uluslararası hukuk kurallarını ihlal ettiği çıkarımında bulunmuştur.
Ayrıca bölgede yaşanan son olaylar üzerine Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, 7 Mayıs 2021 tarihli basın açıklamasında İsrail’in zorla tahliyelerini acilen durdurması, kişilerin zorla tahliye diktesiyle karşılaşmasına katkısı olacak her türlü uygulamasını kesmesi çağrısında bulunmuştur. İsrail’in Absentee Mülkiyet Yasaları ve Hukuki ve İdari Konuları Düzenleyici Yasa’nın uygulamasının, uluslararası insancıl hukuk kapsamındaki yükümlülüklerini de göz önüne alarak yeniden değerlendirmesi gerektiğinin de altını çizmiştir.
4. Çıkarımlar ve Sonuç
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nin 15 Haziran – 3 Temmuz 2020 tarihleri arasında gerçekleşen oturumunda, işgal altındaki Filistin topraklarında bir milyondan fazla bireyin, zorla yerinden edilme de dahil olmak üzere Uluslararası İnsancıl Hukuk ihlalleriyle ilgili insani sonuçlardan ciddi bir şekilde etkilendiği belirlenmiştir. Tahliyelerin yalnız Şeyh Cerrah mahallesi ile sınırlı olmaması ve Silvan gibi Doğu Kudüs’ün başka bölgelerinde de gerçekleştiği göz önünde bulundurulduğunda 2021 Ağustos ayında bu rakamın daha da arttığı ve üzerinde beraberce yaşadığımız yerkürede bir insanlık dramının sergilenmekte olduğu çıkarımında bulunulacaktır. Altında imzası bulunan ve böylelikle kendisi için bağlayıcı hale gelen önemli sözleşmelerin hayata geçirilmesi konusunda çeşitli uyumsuzluklar sergileyen İsrail’in, uygulamalarını iç hukukta yasal hale getirip gerekçelendirmesi bölgede varlığını sürdüren Filistinli aileler için şartları iyice zorlaştırmaktadır. Zira aile fertlerinin haklarının bölgede işgalci güç olarak varlığını sürdüren İsrail tarafından sistematik olarak bastırılması ve ihlal edilmesi kamuoyu için trajik sonuçlara yol açmakla birlikte uluslararası toplumun açık ve kesin iradesine göre hukuka aykırılık teşkil etmeye devam etmektedir.
[1] Project No. J/UH/102.
[2] The Civic Coalition for Defending Palestinians’ Rights in Jerusalem, Dispossession & Eviction In Jerusalem, s.13, Aralık 2009.
[3] ibid, s. 12
[4] ibid.
[5] The Civic Coalition for Defending Palestinians’ Rights in Jerusalem, Dispossession. & Eviction In Jerusalem, s.32-33, Aralık 2009.
[6] ASF Housing Rights Report, s.72, Mayıs 2011.
[7] ibid.