Genç Bilim İnsanlarına Öğütler I: Uluslararası (ve Ulusal) bir Konferansta Makale Sunumu
Genç Bilim İnsanlarına Öğütler I: Uluslararası (ve Ulusal) bir Konferansta Makale Sunumu[1][1]
Bu makaleyi ilk kez bir başyazı olarak I.CON okuyucuları için yayınladım fakat ASIL Yıllık Toplantısı’nda edindiğim deneyimlerim ışığında ve gelecek ESIL Yıllık Konferansı’nı da göz önünde bulundurarak bu makalenin EJIL okuyucularının da ilgisini çekeceğini düşünüyorum.
Kesin surette akademik ve profesyonel kariyerimin son aşamalarına ulaştım. Geriye dönüp baktığımda, her halükarda kariyerlerinin ilk evrelerinde olan genç bilim insanları için farklı konularda yapılması ve yapılmaması gerekenlerin birkaçını paylaşmak istedim. Anlatacaklarımın çoğu bariz beyanlar gibi gözükebilir – ancak öyle gözükse bile o zaman neden bu kadar deneyimli ve tecrübeli akademisyenin burada belirtilecek tuzaklara düştüğünü kendinize sorun.
Hepiniz aynı yollardan geçtiniz – son 40 yılda kelimenin tam anlamıyla yüzlerce kez “aynı yoldan geçmiş” olmalıyım. Uluslararası bir konferanstasınız. Bildiri sunmanın en yaygın biçimi ‘panel’dir. Genellikle panelde dört konuşmacı olur. Kendinizi onlardan biriymişsiniz gibi hayal edin, mesela dördüncü sizsiniz. İki tane “tartışmacı” veya “eleştirmen” olabilir. Yine genel olarak, her panelistin 15-20 dakika süresi olur. Eleştirmenlerin her birine 10 dakika verilir. Eğer her şey plana uygun giderse, konuşmacılara 1 saat 20 dakika ayrılmış olur. Daha sonra planlanmış tartışmaya geçilir ve bu kısma en iyi ihtimalle 25 dakika ayrılır. Bu şartlarda en yaygın plan, saat 9’da başlayan ilk oturumun 10.45’te bitmesi, devamında 15 dakika kahve arası verilmesi ve akabinde de bir sonraki oturumun başlamasıdır. Genellikle oturumun bir ‘moderator’ü veya ‘kürsü başkanı’ veya Avrupa’daysanız oturum ‘başkan’ı olur.
Bu konferanslarda hiçbir şeyin plana uygun gitmemesine ilaveten olan genelde şudur: Oturum çoğunlukla zamanında başlamaz. İnsanlar geç biten bir önceki panel dolayısıyla oturum salonuna yavaş yavaş girmeye devam eder, moderatörün konuşmacıları takdimi (ki bu genellikle ‘alanında tanınmış konuşmacıların’ her birinin Wikipedia temelli özgeçmişlerinin okunmasıdır) planlanandan daha uzun sürer. Şimdi nihayet mikrofon ilk konuşmacıdadır. Fakat bu sırada masanın üzerine baktığınızda içiniz sıkılır. Baktığınız kişinin elinde en az 20 sayfa uzunluğunda görünen bir tomar var. Aslında elindeki konferansa özel yazdığı kıymetli, orijinal, köklü değişikliğe yol açan makalesidir. Kendi kendine düşünürsünüz, konuşmacı anlatmak istediklerinin hepsini 15 dakika içinde anlatabilecek mi diye (Haklısın, yapamayacak). Fakat içiniz birazdan daha da sıkılacak. Konuşmacı az önce anlatmak istediğini kısa bir şekilde anlatmayı deneyeceğini söyledi. Şu ‘denemek’ kelimesi kaygı verici. İtalyanca söylendiğinde kulağa harika geliyor: ‘Cercherò di essere telegrafico’ (‘Telgraf gibi çok kısa ve öz olmaya çalışacağım.’). Bu sırada siz ise kendi kendinize sunumun telegraftan ziyade posta aracına daha çok benzediğini düşünürsünüz. Konuşmacı makalesini tanıtır ve devam eder. Tekrar yana baktığınızda her sayfada bazı paragrafların sarı fosforlu kalem ile çizildiğini fark edersiniz. Sizin beklentiniz özet olarak o kısımların sunulması. Fakat gerçekte olan ve hayallerinizi kıran şey ise konuşmacının altı çizili yerlerde daha bir uzun durması ve daha yavaş ilerlemesi. Şu an sürenin bitmesine son beş dakika var. Moderatör bir kağıt parçası uzatır: beş dakika! Konuşmacı kağıda hayret içinde hızla göz atar. Daha sadece yazısının üçte birini bitirebilmiştir. Henüz köklü değişikliğe sebep olacak teorisine gelememiştir bile. Şimdi daha hızlı konuşmaya başlar; sayfalara bakar ve birer, ikişer sayfa atlar. 15 dakika biter. Makalenin yarısı bitmiştir. Diğer konuşmacılar dinlememektedir. Kendi kağıtlarını incelemekle üzerinden geçmekle ve artan gerginlikleriyle meşgullerdir. Size ayrılan zaman diliminin dağılımını anlamanız için matematik profesörü olmanız gerekmez. Konuşmacı, moderatöre beklenti içinde dönüp sorar: Beş dakika daha alabilir miyim? Kariyer hayatım boyunca moderatörün ‘Hayır’ dediğinin çok nadiren vaki olduğunu hatırlıyorum. Onlarda da moderatör bendim zaten. Moderatör ağzında geveleyerek ‘Evet ama sadece beş dakika’ der. Bu beş dakika da çabucak geçer zaten. Bu noktada konuşmacı daha hızlı konuşur, daha fazla sayfa atlar ve en önemli noktayı detaylandıramadığı için özür diler. Peki ya sunumu slaytlarla yapıyorsa? Bu hissi bilirsiniz: nihayet son slayttayız diye düşünürsünüz ve o da ne, meğer bir tane daha varmış. Sonra sonuç kısmının yer aldığı slayt ortaya çıkar fakat o da üç sayfa uzunluğundadır. Sunum eğer 25 dakika içinde biterse şanslısınızdır. Sadece 10 dakika ‘uzatmalar’ ne gibi bir problem oluşturabilir ki? –kendisine ayrılan süreyi sadece yüzde 66 oranında aştı. Konuşmacı süklüm püklüm gülümser ve özür diler. Bazen özür beyanları paha biçilemezdir: ‘Kusura bakmayın burada sunumumu bitirmem lazım çünkü sürem doldu’ (Halbuki aslında süren dolalı 10 dakika oldu), sanki dinleyicinin tek istediği şey 15 dakika daha seni dinlemekmişçesine.
Herkes için ölümcül bir kayıp. Bu üslupla sunulmuş bir makale etkisiz olmaktan daha kötüdür. Moderatör ve diğer konuşmacılar ıstırap içindedir; dinleyicinin anladığı ya çok azdır ya da fazla gelmiştir. Burada asıl anlatılmak istenen belirsizdir veya sunumdan dolayı belirsizlik içindedir. 2 numaralı konuşmacı mikrofonu alır – aynı performansı sergilemek üzeredir. Şimdi kalbiniz ağzınızdadır. Eğer 3 numaralı konuşmacı gerçekten kısa ve öz konuşacaksa her şey iyi. Moderatör konuşmacılara kısa ve öz anlatmalarını tekrar hatırlatır. Sonunda sıra sizde. Ve sürpriz: Siz de aynısını yapıyorsunuz!
Sıra eleştirmene geldiğinde genellikle herkesin aklındaki tek şey kahvedir. Eleştirmen eğer şanslıysa, makaleler bir akşam evvel eline ulaşmıştır. Fakat zaten eline bir hafta öncesinden ulaşmış olsa bile genellikle şu şekilde düşünür: ‘Konferansta bana ayrılan kıymetli vakti onun makalesinde harcamayacağım’. Bu sebeple genellikle konuşulanlar ‘John-odadaki-en-büyük-hayvanın-fil-olduğunu-söyledi; Ben-bu-analizi-sineğin-en-küçük-hayvan-olduğundan-bahsederek-tamamlayacağım’ kurnazlığıdır. Bu noktada moderatör, elindeki senaryo tablosundan yapabileceklerine bakar: Acaba ‘Özür dilerim tartışmaya zamanımız kalmadı’ (derin bir rahatlama) mı, yoksa ‘Affınıza sığınarak yalnızca birkaç soru alabileceğiz’ (bu durumda izleyicilerden gelenler genellikle soru değil de dağınık ve düzensiz beyanlardır.) mi?
Bir sonraki oturum 5 dakika değil 15 ila 20 dakika arası gecikmeli başlar ve sandalye kapmaca devam eder.
Yani biraz abarttım. Her zaman durum böyle veya bu kadar kötü değil. Fakat yaptığım bu tasvir –mega konferansları geçtim– amacının sadece bağlantılar kurmak ve bir panelde bulunmaktan dolayı övünmenin olmadığı (ki bu da aslında konferansa katılmak için fakülteden ödenek almak için yeterli), gerçekten akademik bir etkileşimin hedefleyen küçük tartışma gruplarında bile gerçekte yaşananlardan ne kadar uzak? Hayret etmeyi asla bırakamadığım olay ise, bu sunum kusurlarının ne kadar yaygın olduğudur. Aslında bunlar soğuk algınlığı kadar yaygın ve deneyimli akademisyenler ile entelektüel turistlerin bile yaptığı hatalardır (Çünkü çoğu konferanslar böyle).
Sorumluluğun çoğu organizatörün omuzlarındadır – ki o da kafasına kuma gömmüş şekilde programı doldurup ve gerçekçi olmayan bir zaman planlaması yapmıştır. Bu doğrultuda, bazı meslektaşlarımla birlikte, atölye çalışmaları, seminerler, küçük tartışma grupları ve mega konferansların organizasyonunda kullanılmak üzere örnek alınabilecek en iyi uygulamaları içeren bir rehber hazırlıyorum. Aşağıda sizler için bu hataların bazılarından nasıl kaçınabileceğinize ve bu gibi durumlarda sunumunuzu en iyi nasıl gerçekleştirebileceğinize ilişkin birkaç fikir sunmak istiyorum:
1- Makalenizi araştırmak, yazmak ve düzenlemek için zaman, emek ve düşünce harcadınız. Bu önemli bir makale. Sizin kariyeriniz için de önemli – insanların onu okumasını, çalışmanızın farkında olmasını ve evet, etkilenmesini istiyorsunuz. Literatürün bir parçası olmasını istiyorsunuz. Ve başkalarıyla gerçekten bu makale ile ilgili müzakere etmek ve onların fikirleriniz almak istiyorsunuz. Dikkatlice ve profesyonelce yaklaştığınızda, davet edildiğiniz konferans ve panel önemli araçlar olabilir.
2- Verilebilecek en iyi tavsiye makalenizi ve sunumuzu iki farklı egzersiz olarak düşünüp, her birinin farklı düşünsel çaba gerektirdiğini kabul etmektir. Makaleler incelikli, nüans içeren ve çoğu zaman tartışmaya ve istisnaya izin verebilen, ve çoğunlukla vermesi gereken, yazılardır. Makalelerinizde kusursuz bir araştırma ve bilgelik vesaire gösterebilirsiniz. Makaleyi daha kapsamlı tutabilirsiniz: 10 bin kelime? 15 bin? Belki 20 bin. Sunumu, makalenin kısaltılmış versiyonu olarak düşünmemek gerekir. Bu yaklaşım bir temyiz davacısının karşılaştığı zorluktan farklı değildir: 100 sayfalık bir özet; fakat sözlü tartışması için sadece 20 dakikası var. Hatta daha zor. Yargıçların sözlü duruşmadan önce özeti okumuş olması muhtemeldir. Mega konferansta insanların sizin makalenizi okumuş olma ihtimali yoktur. Genellikle onlara makaleniz ulaşmaz (vaktinde gönderdiğinizi varsayarsak). Tartışma gruplarında ve çalıştaylarda bile durum aynıdır. Okuması gereken çoğu kişi okumaz, ‘okumuş’ olanların çoğu ise sadece bir göz gezdirmiştir. Yani, eğer sunumunuzu, eserinizi okuduğundan kesinlikle emin olduğunuz dinleyicilerin önünde yapmıyorsanız, konuşmanızı makalenizi okumaya, veya daha dikkatlice okumaya, bir davet fırsatı olarak düşünün. Ve okumuş olanlar için ise, temel argümanlarınıza ve önemli gördüğünüz noktalar gösterecek bir rehber olarak tasvir edin.
3- EJIL veya I.CON’da makalelerini yayınladığımız yazarlardan yazılarını dörtte bir oranında veya daha fazla kısaltmalarını istediğimde sızlanıyorlar. Yazdıkları metinlere aşıklar gibi sanki. Etlerinden et kopartmalarını istiyormuşuz gibi hissediyorlar. Yazılarındaki her şey ama her şey çok önemli onlar için. Sunumunuzu hazırlarken, yazınızla olan aşkınızı bir kenara bırakmanız gerekir. George Orwell’in dediğini aklınıza getirin: tüm parçalar eşit ancak bazıları diğerlerinden daha eşittir. Kendinize sorun: Meslektaşlarınızdan biri dinleyicilerden birine “ne anlatıldı?” diye sorduğunda ona ne cevap verilsin isterdiniz? Cevap her ne ise onu sunumunuzun merkezi yapın. Her ne kadar can sıkıcı olsa da iki konuda karar verebilmek için entelektüel bir çaba içerisine girmelisiniz: Harika makalemden sunumumun özü olarak neyi (hangi temaları) seçeceğim ve bunu bana verilen zaman içinde en iyi şekilde anlatmanın en verimli yol ne olabilir? Sonuç, makalenin özeti değil – ki bu verimsiz ve etkisiz bir seçenek – ancak aperitif, meze, çorba veya başlangıç ve tatlı içermeyen bir yemek gibi yalın ve farklı bir makale. Belki sonunda bir kahve olabilir. Ama asıl önemli olan tek başına ve lezzetli bir ana yemek. Eğer tamamının önemli olduğunda ısrarcıysanız, oraya ulaşmanın yolları da var. Etkili bir şekilde kullanıldığını gördüğüm ve kendimin de kullandığı ‘Decalogue’ yöntemi bunlardan biri. Dinleyiciyi elinden tutarak makale boyunca yönlendiren 10 nokta ve 10 öneri sunmak. Yani sunumuzda zincirleme var, gelişme var, hızlanma var, ama unutmayın, burada bile yemek tam değil. Bu bir tadım tabağı– her yemekten biraz olsa bile iyi planlandığında çok tatmin edici bir yemek olabilir.
4- Artık zaman yönetimine geldik: burada politikacılardan örnek almalısınız. Üst düzey politikacıların, bakanların ve benzerlerinin çok sayıda toplantısına katılmak benim talihim ve talihsizliğim oldu. Eğer kendi ülkenizde böyle bir toplantıya katılıyorsanız, bunlar sonsuza kadar devam eder. Fakat diğer ülkelerdeki mevkidaşların karşısında iseler zamanlamaları etkileyicidir. Bunu nasıl başarırlar? Yazıları sesli bir şekilde okunur. Deneyimli personelleri olması gereken konuşma hızını bilir. Vurgu, kahkaha ve benzerleri için duraklamalar da dahil olmak üzere kaç kelimenin kaç dakika sürdüğünü bilirler. Bazen konuşma notlarında ‘Yavaşla!’ yazar. Onlar profesyonellerdir. Peki ya bizde durum nasıl? 20 dakikada sunum yapması istenen biri nasıl olur da 35 dakika süreceği belli olan bir sunumla gelir? Kötü niyet mi var? Benim deneyimime göre alakası yok. Konuşmacı metne bakar; bariz bir şekilde, fazla iyimserlikle beraber, sunumun ne kadar süreceğini dikkatsizce yanlış değerlendirir. Tabi ki bir prompter ve bir eğitmen ekibi ile gelmenizi önermiyorum konferanslara. Ama her şeyden önce kendinizi tanımanızı öneriyorum. Ardından sunumunuza çalışın, zamanlayın, etkileyiciliğine ve iletişimsel boyutlara (yalnızca içeriğe değil) dikkat edin ve sonra sunun. Benim bir rol modelim var: Bob Keohane. Harika bir bilim insanı ve karşılaştığım en profesyonel akademisyen. Teslim tarihi etkinlikten 1 hafta önceyse, makalesi vaktinde hazırdır. 20 dakika süresi varsa sunumunu 20 dakika içinde yapacaktır, 25 değil. Son olarak açık ve etkili olmaya özen gösterir. Bir sunumda sadece makale ile yapılabilecek bir şeyi yapmaya çalışmaz. Onunla çoğunlukla farklı fikirde olsam da onu asla yanlış anlamadım. Bir başkası ‘Keohane ne anlattı?’ diye sorsa etkili bir şekilde özetleyebilirim. Bu onun marifetidir.
Konferans organizasyonu, zaman yönetimi konusunda sıkıntılı olabilir. Moderatör, Delhi veya Kahire’deki bir trafik polisinden daha etkili olmayabilir. Fakat sizin sunumunuz, bu şartlarda dahi, ilgi odağı olabilir: ilettiği şeyde ve bunu nasıl ilettiğinde güçlü ve dinleyicinin makalenize ulaşma ve okuma isteğini uyandırabilecek etkili bir tanıtım vazifesini gördüğünde.
Sonraki bölüm: Başarılı bir çalıştay, panel ve tartışma gruplarının moderatörlüğü.
–
[1] Joseph WEILER tarafından yazılan “On My Way Out – Advice to Young Scholars I: Presenting a Paper in an International (and National) Conference” blog yazısından, öğrencilerimizden Zeynep Nefise EMRE tarafından çevrilmiştir. Orjinal kaynağa ulaşmak isteyenler için link:
[2] Joseph Weiler European Journal of International Law’un baş editördür. Aynı zamanda New York Üniversitesi (NYU) Hukuk Fakültesi’ndeki Birleşmiş Milletler Jean Monnet Kürsüsü’nün sahibi ve yine NYU’daki Jean Monnet Uluslararası ve Bölgesel Ekonomi Hukuku ve Adalet Merkezi’nin eş direktörlerinden birisidir. Bunların yanı sıra, I.CON (International Journal of Constitutional Law)’da baş editörlerden birisidir.
[3] Çeviren: İstanbul Şehir Üniversitesinden 2019 yılında mezun olan Zeynep Nefise EMRE, 2016 yılında ICIL’e katılmış, Uluslararası Hukuk, Uluslararası İnsancıl Hukuk, İnsan Hakları Hukuku, Uluslararası Ekonomi Hukuku ve Uluslararası Organizasyonlar derslerini almıştır. Üniversite hayatı boyunca çeşitli uluslararası farazi dava ve arabuluculuk yarışmalarına katılmıştır.