Hart-Dworkin Tartışması Işığında Hukuki Pozitivizmde Hukukun Bilimselliğinin Değerlendirilmesi
GİRİŞ
20. yy başlarında yoğun bir tartışmaya konu olmuş bulunan hukukun bilimselliği sorunu, hukuk felsefesinde günümüzde de tartışılan hususlar arasında yer almaktadır. Fizik, kimya, biyoloji, sosyoloji gibi bilim olarak kabul edilen alanlar ampirik yöntemi kullanırken; hukukta, deney-gözlem metodunun bu alanlardaki gibi olmadığını görmekteyiz. Bilim olmanın, söz konusu disiplinin kullandığı yöntemden ileri geldiği kabul edildiği takdirde hukukun bilim olduğunu ifade etmek isabetsiz olacaktır. Diğer yandan ampirik yöntemle elde edilmiş bilgilerden hareketle varılan genel-geçer ve evrensel kabullerin hukukta ne ölçüde mevcut olacağı da yine diğer bir tartışma konusudur.
Uluslararası hukuk, evrenseller kabullerin yer aldığı, daha doğrusu oluşturulmuş veya oluşturulmaya çalışılan evrensel kabullerin ağırlıklı olarak bulunduğu bir hukuk sistemi olarak ifade edilebilir. Uluslararası hukukun, gerçek bir hukuk olup olmadığı ve hukuk ise bir bilim olup olmadığı ve bilim ise ne tür bir bilim olduğu sorusu da evrensel ilkelerin önemli bir yere sahip olduğu uluslararası hukukta karşımıza çıkmaktadır. Günümüzde hukukun yalnızca pozitif hukuktan ibaret görülmesi sebebiyle hukuku, olan hukuka indirgeme eğilimi göze çarpmaktadır. Fakat hukukun olan hukuka indirgenip indirgenemeyeceği, üzerine mutabık kalınmış bir husus değildir. Hukukun bilimselliğine ilişkin bu sorunlardan yola çıkılarak bu yazıda öncelikle hukukun bilimselliğine ilişkin temel argümanlara yer verilecektir. Devamında evrensel ilkeler bağlamında hukukun bilimselliği tartışılacak olup Hart’ın kurallar; Dworkin’in ilkeler teorisi minvalinde uluslararası hukuktaki önemli ilkelerden res communis ilkesi örneği değerlendirilecektir.
Hukukun Bilimselliğine İlişkin Temel Argümanlar:
Aristo, Farabi ve Kant gibi isimlerin kurduğu her birinin kendine özgü nitelikleri haiz olan bilimler sınıflandırmalarının bulunduğu ve bundan mülhem olarak söz konusu felsefe-bilim sistemlerinin, ontolojik, epistemolojik ve aksiyolojik sorulara temel duruşunda da belirleyici olduğu ifade edilebilir[i]. Nitekim hukuk felsefesinde doğal hukuk geleneği, hukuki pozitivizm ve hukuki realizm olmak üzere üç büyük hukuk felsefesi teorisi bulunduğunu ifade etmek mümkündür. Bilimi, doğa bilimleriyle sınırlandıran pozitivizm insani bilme eylemlerini de yine doğa bilimlerinin ilke ve kavramlarıyla oluşturulması gerektiğini öne sürer[ii]. Pozitivizm geleneğini hukukta ifade eden, hukuki pozitivizm geleneğidir.
Öğretide pek çok farklı ayrımı belirtilmiş olsa da etik pozitivizm ve normatif hukuki pozitivizm şeklinde iki ana başlığa ayırabileceğimiz[iii] hukuki pozitivizm, hukuka bir olgu olarak yaklaşır ve hukuku pozitif hukuktan ibaret görür. Bir başka deyişle, hukuku pozitif hukuka indirgeyen bir yaklaşım hakimdir. Hukukun bilim olduğu kanısı da yine buradan gelmektedir. Zira hukukun normatif yanı üzerinden, hukukun tıpkı bilim gibi tek bir boyut üzerinden ele alınması, objektif olması, genel-geçer bilgi olması ve sistematik olması yönüyle ele alınıp bilim olarak ifade edilmesine yol açmıştır. Ancak hukukun sadece normatif yanı ve iradi tutumla şekillenmesi, onun sadece tek bir boyutu ile ele alınmasına yol açar ve bu tutum yeterli ve uygun değildir[iv].
Bilimi, doğa bilimleri ilke ve kavramlarıyla çerçevelendirmektedir. Hukukun salt neden-sonuç ilişkisi bağlamında ele alınması hukuka ilişkin kapsayıcı bir bakışın bulunmadığını gösterir. Zira hukuk salt yürürlükteki hukuktan ibaret değildir, hukukun kaynakları da bunu kanıtlar niteliktedir. Diğer yandan neden-sonuç ilişkisi unsurunun yeterli görülmesi de hukukun bilimselliğini net olarak ortaya koyamamaktadır. Nitekim pozitivistlerce bilim olarak nitelendirilen ve diğer insani bilme olaylarını da bilimsellik tasnifine tabi tutarken baz aldıkları doğa bilimlerinde de mutlaka nedenselliğin söz konusu olması zorunlu değildir[v].
Evrensel İlkeler ve Bilim
Nedenselliğin bu derece başat bir unsur olarak ele alınması ve bu doğrultuda bilim olan/bilim olmayan tasnifine gidilmesinin en önemli sebebinin neden-sonuç ilişkisi bağlamında elde edilen bilgilerin evrensel bir geçerliliğe sahip olması olarak ifade edilmesi mümkündür. Örneğin, sabit basınç ve sıcaklıkta gerçekleştirilen bir fizik deneyi Sevilla’da da Liverpool’da da aynı sonucu verecektir. Aynı şartlar altında aynı sonuçlar doğar. Bu nedensellik ilkesinin bir gereğidir. Bilimde evrensel ilkelerin, kabullerin mevcudiyeti bir zorunluluk olarak kabul görmektedir. Zira bilimin niteliği gereği bu son derece doğaldır. Pozitivistler hukuku bir olgu olarak kabul ettiği için nasıl bilinebileceği hususunda da deney ve gözlemi baz alırlar. Dolayısıyla neden-sonuç ilişkisi de bu bağlamda önem arz eder. Fakat hukukun bilimsellik niteliğini haiz olabilmesi için evrensel ilkelerden ve kabullerden meydana gelmesinin zorunlu olup olmayacağı ve şayet zorunlu olduğu iddia edildiği takdirde bunun nasıl dayatılabileceği tartışılır niteliktedir. Dolayısıyla, hukukun bilimselliği argümanını destekler nitelikte olan evrensel ilkeler bu noktada tartışılabilir.
Uluslararası hukukta sık rastlanan res communis, pacta sunt servanda gibi ilkeler gerek uluslararası hukuk gerekse iç hukuk bakımından önem arz etmekte ve kabul görmektedirler. Örneğin, Türk Borçlar Kanunu’nda ifadesini bulan sözleşmede verilen sözlerin muhakkak tutulması gerektiğini ifade eden pacta sunt servanda ilkesi uluslararası hukuk minvalinde de Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nden[vi] de görüleceği üzere sözleşmeler hukuku bağlamında da önem arz etmektedir. Diğer yandan res communis ilkesi, herhangi bir ayrım gözetilmeksizin tüm insanlığın ortak kullanımına ve yararlanmasına açık alanları ifade eden bir ilke olarak tanımlanabilir. Ortak miras doktrini ile uzayın statüsünün res communis olarak korunmasına çalışılmaktadır[vii]. Pacta sunt servanda, res communis, res nullius gibi evrensellik niteliğini haiz ilkeler mevcut olmakla beraber hukukun evrensel ilkelerden ibaret olduğunu ifade etmek isabetsiz olacaktır. Diğer taraftan bunlar kabul görmek/kabul edilmek zorunda da değildir bir noktada. Zira her ne kadar teamül olarak uzun yıllar uygulanagelmiş olsalar da iç hukukta muhakkak yer bulmalıdır şeklinde bir kural ihtiva etmek zorunda değildir. Bu tarz bir zorunluluk bulunduğu kabulünde, bu ilkeleri ihtiva etmeyen iç hukuk düzeni, hukuk olarak kabul edilmeyecek midir?
Hart’ın Kuralları, Dworkin’in ilkeleri
Belirtmek gerekir ki, uluslararası hukuk bakımından yalnızca evrensel ilkeler söz konusu değildir. Uluslararası hukukun evrensel ilke ve kabullerden ibaret olmadığının en bariz görülebileceği alanlardan biri devletlerin tanınmasıdır. Örneğin, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti tarafından bir devlet olarak kabul görürken, uluslararası alanda oldukça önemli bir kurum olan Birleşmiş Milletler tarafından tanınmamaktadır. Kuzey Kıbrıs’ın tanınması hususunda uzlaşı sağlanamamış olması hukukun bilimselliğini zedeleyecek midir? Zira bilimde evrensel ilkelerin yer alması ve hatta evrensel ilke ve kabullerden meydana gelmesi ölçüt alındığı takdirde hukuk açısından bilimselliğin bulunmadığını kabul etmek gerekecektir.
Tam bu noktada Dworkin ve Hart’ın birbirlerinin teorilerine getirdikleri eleştirilere değinmek isabetli olacaktır. Ilımlı pozitivizmin öncü ismi Hart’ın teorisinde hukuk kuralları yönetilenler ile beraber, kuralları koyanlara da uygulanır[viii]. Kurallar ve bunları açıklayan ikincil kuralların bulunduğunu ifade eden Hart, bu teorisini “zorunluluk ve yükümlülük” ayrımı ile ortaya koyar ki bu da Austin’in buyruk teorisine yönelttiği temel eleştiri niteliğindedir. Nitekim zorunluluk ve yükümlülük ayrımı evrensel ilke ve kabullerin hukuktaki yerine ilişkin de önem arz etmektedir. Çünkü Hart’ın zorunluluk ve yükümlülük ayrımının anlaşılması, içsel bir bakış açısına sahip olunmayı gerektirmektedir[ix]. İçsel bakış açısına sahip olmak, kuralların ait olduğu toplumun bakış açısını temsil ederken dışsal bakış açısı gözlemci konumundaki yani kuralların ait olduğu toplum dışından birinin sahip olduğu bakış açısını temsil eder.
Bu noktada, evrensellik idealine sahip olan uluslararası hukuk ve ait olduğu topluluk olan uluslararası kamuoyu bakımından içsel bakış açısı nasıl geliştirilebilecektir? Hart, Dworkin’e ilişkin eleştirilerinde dışsal bakış açısını reddettiğini belirtir fakat dışsal bakış açısını da içsel bakış açısına sahipmiş gibi, yani toplumun dışından biri olarak fakat gözlemciymişçesine söz konusu toplumun kurallarını ele almaktadır[x]. Hart’ın teorisinde bu kurallara uymanın sebebi çok çeşitlidir ve yalnızca ahlaki kaygıları merkeze almaz. Ki, zorunluluk ve yükümlülük ayrımı da bunu kanıtlar niteliktedir. Yükümlülük görev bilinciyle uyulan kurallarken, zorunluluklar bakımından ahlaki kaygı güdülmesi yeterli olabilmektedir[xi].
Fakat Dworkin’in teorisinde ise ahlaki kaygılar daha ön plandadır denilebilir. Zira Dworkin, hukuk teorisinde merkeze “ilkeler”i koyar. İlkeler de geçmişten beri uygulanagelmiş ve toplumda artık yerleşmiş bulunan kabulleri ifade eder. İlkeler, kurallardan önce gelir Dworkin’in teorisinde. Hart’a yönelttiği eleştiriler bakımından da bu görülmektedir. Kurallar kesin sonuca götürür fakat yetersiz geldiği, örneğin ağırlıkları değişen ilkeleri açıklayamaması durumları da mevcuttur[xii]. Hart kuralların yetersiz geldiği bu noktada yargıcın hukuk yaratmasından bahsederken Dworkin bunu reddeder ve yargıcın hukuk yaratmadığını ve zaten var olan ilkeler arasından seçim yaptığını ifade eder. Dworkin, hukuki pozitivizmin ilkeleri kapsayamadığını iddia eder çünkü ilkeler numerus clausus olmayıp hızla değişirler[xiii].
Hukuktaki ilkelerin değişkenliğini ve çokluğunu vurgulayan Dworkin’in teorisi bakımından uluslararası hukukun bilimselliğini değerlendirdiğinde ampirik bakış açısının hakim olduğu doğa bilimlerindeki ilkelerden ayrıldığı görülmektedir. Bilimde evrensel ilke ve kabullerin olması, yer ve zaman fark etmeksizin değişmezliği temsil ederken, Dworkin’in teorisinde bahsettiği ilkeler değişkenliği barındırmaktadır. Hart’ın teorisindeki kurallar ise egemen tarafından konulan fakat onu da bağlayan bir mekanizmadır.
Uluslararası hukukta mevcut ilkelere bakıldığında ise Dworkin’in teorisindeki ilkelerden öte, Hart’ın teorisindeki kurallara yaklaşan bir evrensel ilke ve kabullerin söz konusu olduğu ifade edilebilir. Örneğin res communis ilkesi, uzay hukukunda Birleşmiş Milletler Dış Uzay Sözleşmesi[xiv] yapılırken sözleşme görüşmelerinde görüşmeci devletlerin ortak iradelerince benimsenmiştir ve böylece söz konusu sözleşmenin ilk maddesinde uzayın tüm insanlığın ortak mirası olduğu ifade edilmiştir. Burada res communis ilkesi amprik metottaki neden-sonuç bağlamında ele alınırsa somut çıktı olarak, devletlerin uzayın tüm insanlığın ortak mirası kabul edilmesine uygun davranması gösterilebilir.
Hukuki pozitivizm metafizik alanı reddederken -ki Hart biraz daha ılımlı yaklaşsa da Austin’in katı pozitivist anlayışında bu daha net görülebilir- uluslararası hukukta mevcut ilkeler bakımından bu alanın da değerlendirilmesi gerektiği son derece barizdir. Örneğin, res communis ilkesi Dış Uzay Sözleşmesince benimsenmiş ve sözleşme taraflarınca uyuluyor olabilir fakat sözleşme tarafı olmayanlar bakımından da uyulmasının zorunluluk arz ettiği ifade edilebilir. Çünkü Dış Uzay Sözleşmesi uzay hukukunun temel kaynağıdır ve uzay hukukuna ilişkin temel prensipleri ihtiva eder. Diğer yandan res communis ilkesi yalnızca uzay hukuku bakımından değil deniz hukukunda açık denizler bakımından da söz konusudur ve uzun yıllardır devletlerce uyulmaktadır. Bu da teamül niteliğinden kaynaklanmaktadır. Teamül niteliğinin bulunması hukukta metafizik alanın kabulünü gerekli kılacaktır. Her ne kadar Hart ılımlı bir bakış açısı sergilese de hukuki pozitivizmin metafizik alana ilişkin katı bakış açısı bilimselliğin değerlendirilmesini de güçleştirmektedir.
SONUÇ
Uluslararası hukuktaki ilkelerin, doğa bilimlerindeki ilkelerden ayrılan yönleri, mevcut neden-sonuç ilişkisinin bilimsellik niteliğini haiz olmak bakımından yeterli bulunup bulunmayacağı da yine tartışılır bir husustur. Sonuç olarak gerek uluslararası hukuk gerekse genel anlamda hukuk bakımından pozitif hukukun tanımlanma biçimi son kertede önem arz etmektedir. Hukuku olan hukuka indirgemek ve metafizik alanı reddetmek birleşimi, hukuka bütünleyici bakılmaması ve dolayısıyla bilimselliğinin de doğa bilimleri bakış açısıyla ele alınmasını zorunlu kılacaktır. Hukukun farklı yönleri sebebiyle, bilimsellik yönünün de yine kendi metotlarıyla değerlendirilmesi icap etmektedir.
[i] Gürler,S. “Vecdi Aral’da Hukukun Bilimselliği Sorunu”, D.E.Ü. Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 18, Sayı: 2, 2016, s. 1-40 (Basım Yılı: Nisan 2017). s.4.
[ii] Gürler, S. s.11.
[iii] Ada A, “Normatif Hukuki Pozitivizm ve Kapsam Sorunu: Uluslararası Hukuk Örneği” (2020) 78(3) İstanbul Hukuk Mecmuası 1657. https://doi.org/10.26650/mecmua.2020.78.3.0014
[iv] Işıktaç, Y. Hukuk Felsefesi, 6.bs. İstanbul: Filiz Kitabevi, 2019. p.12.
[v] Gürler. s.16.
[vi] Vienna Convention on the Law of Treaties, May 23, 1969, 1155 U.N.T.S. 331.
[vii] Orakhelashvili, A. “Akehurst’s Modern Introduction to International Law”. Eighth edition. Milton Park, Abingdon, Oxon; New York, NY : Routledge, 2019.p.211.
[viii] Güven, K. Hart-Dworkin Tartışması, Hukukun Gençleri Sempozyum Dizisi 3: Hukuk Felsefesi, Umut Vakfı & Akdeniz Üniversitesi, Antalya, Ekim 2012. s.2.
[ix] ibid, s.3.
[x] ibid, s.3.
[xi] ibid, s.3.
[xii] ibid, s.7.
[xiii] İbid s.7.
[xiv] Treaty on Principles Governing the Activities of States in the Exploration and Use of Outer Space, Including the Moon and Other Celestial Bodies, entered into force Oct. 10, 1967, Art. VI, 18 U.S.T. 2410, 610 U.N.T.S. 205.