Kaşıkçı Olayının Uluslararası Hukuk Bakımından Kısa Bir Değerlendirilmesi ve Buna İlişkin Muhtelif Öneriler
I. Giriş:
17 Nisan 1984 tarihinde İngiltere’deki Libya Elçiliği önünde tuhaf bir olay yaşanmıştı; o gün dönemin Libya lideri Kaddafi’yi protesto etmek için toplanan kalabalığa Libya elçiliğinin içinden ateş açılmıştı; ateş sonucu polis memuru Fletcher yaralanıp kısa bir süre sonra hayatını kaybetmiş beraberinde ise birçok gösterici yaralanmıştı; buna karşılık İngiliz yetkililer gereken izin Libya’dan alınamadığı için konsolosluğa girememişti; ilerleyen günlerde karşılıklı diplomatik ilişkilerin son bulmasına kadar ilerleyen birtakım gelişmeler yaşanmış ve nihayet İngiltere elçilik yetkililerinin dokunulmazlıklarının olup olmadığını araştırmayacağını söyleyerek ülke dışına çıkışlarına izin vermişti; bunu izleyen tarihten itibaren ise elçilik aranmıştı[1]. O gün orada ateş açılmasına rağmen bu teamülün ilk geliştiği ülkelerden biri olan İngiltere’nin kolluk kuvvetlerinin elçiliğe girememesi diplomatik ilişkilerden doğan teamüllerin belirli hâllerde meşruluğunu sorgulatacak nitelikteydi. Buna karşılık bir diğer diplomatik krizde ise Pakistan hükümeti silah kaçakçılığı yapıldığı iddia edilen Irak Büyükelçiliğine zorla girerek dokunulmazlıkların sınırına ilişkin müsamaha seviyesini biraz aşağılara çekti[2]. Geçtiğimiz günlerde ise benzer bir durum Türkiye’de bulunan Suudi Arabistan konsolosluğunda gerçekleşti; buna göre gazeteci yazar Cemal Kaşıkçı’nın konsolosluk binasına girdikten uzunca bir süre çıkmaması ve kendisinden haber alınamaması öldürüldüğüne yönelik iddiaların yayınlanmasına neden oldu[3]. Bu yazıda, hâlihazırda Türkiye, Suudi Arabistan ve Amerika arasındaki diplomatik ilişkiler için oldukça önemli bir yer edinen bu olayın uluslararası hukuk bakımından kısa bir değerlendirmesi yapılacaktır. Yine bu kapsamda uluslararası hukukta değişen insan hakları paradigmasının belirtilen olay açısından önemi üzerinde durulacaktır.
II. Konsolosluk Binalarının Dokunulmazlığı ve Bunun İstisnaları
Öncelikle konsolosluk binasına girilememesi kuralı eskiden beri süregelen bir teamül olmakla beraber Konsolosluk İlişkileri Hakkında Viyana Anlaşması’nda (“Konsolosluk Anlaşması”) da yer bulmuştur. Buna göre konsolosluk binalarının münhasıran konsolosluk amaçlarına ayrılmış yerleri ilgili başkonsolosun rızası olmadığı sürece dokunulmazdır (m. 31). Bu kapsamda Diplomatik İlişkiler Hakkında Viyana Anlaşması’ndan (“1961 Viyana Anlaşması) farklı olarak rızanın alınamadığı yangın ve sair hızlı bir şekilde önlem alınmasının gerekli olduğu afet hâllerinde zımnen rıza alınmış sayılmaktadır; oysa 1961 Viyana Anlaşmasında bu hâllerde bile rıza alınmadan elçilik binalarına girilememektedir. Bu ilkesel farklılık konsolosluk binalarının elçilik binalarına oranla daha farklı bir önem telakki ettiğinin göstergesi niteliğindedir. Bu bağlamda bir görüşe göre insan hayatının söz konusu olduğu hâllerde elçiliğe müdahale gerçekleşebilecektir; fakat buna yönelik en temel eleştiri yangın ve sair hızlı bir şekilde önlem alınmasının gerekli olduğu afet hâllerinde bile müdahale kabul edilmezken yaşam hakkına ilişkin tehditlerin olduğu durumlarda da müdahalenin kabul edilemeyeceğine yöneliktir[4]. Buna karşılık bu eleştirinin konu konsolosluk olduğunda aynı vecihte devam edeceği şüphelidir. Zira konsolosluğun dokunulmazlığına ilişkin afet hâllerindeki istisna belli hâllerde müdahalenin de müsamaha edilebileceğine yorumlanabilir. Bu ayrım açısından konsoloslar ile diplomatlar arasındaki bağa işaret etmek de gerekir. Buna göre diplomatlar ceza yargılamaları bakımından resmi görevleriyle ilgili olsun ya da olmasın dokunulmazlığını korurken konsoloslar yalnızca görevi dolayısıyla işledikleri iddia edilen suçlar bakımından yargılamadan muaf tutulacaktır. Somut olay bakımından konsoloslardan ziyade konsolosluk binası söz konusu olduğu için konsolosların yargılanıp yargılanamayacağı ya da yargılanamamalarına ilişkin istisnaların olay bakımından uygulanıp uygulanamayacağı tartışması için konsolosluk binasına girilip suç teşkil eden davranışların onlar tarafından işlendiğinin ve gerekli eşiği geçtiğinin tespiti gerekecektir.
Yine konsolosluk binasına müdahale gerektiren bir diğer husus meşru savunma hâlleridir. Meşru savunmanın ne ölçüde ve ne şekilde gerçekleşeceği iç hukuka ait olmakla beraber Libya örneğinde genel olarak kabul edilen, olay üzerinden belli bir süre geçmesi nedeniyle kolluk kuvvetlerinin müdahale edemeyeceğiydi; zira olay gerçekleştiği esnada polisler ve göstericilerin üzerine ateş açılmış ama elçiliğe müdahale edilmemiş ve birkaç gün kadar beklenilmişti[5]. Oysa ateş açıldığı esnada saldırıyla orantılı olarak ve onu defedecek ölçüde saldırının yapılabileceği ve gerekirse konsolosluğa müdahale edilebileceğinin kabulü gerekirdi. Mamafih aynı savunmanın Kaşıkçı olayı için uygulanabilir olup olmadığı tartışmaya açıktır. Her ne kadar Kaşıkçı’ya yönelik suikast iddiaları ispatlanmasa ve hâlâ kendisinden haber alınamamış olsa da meşru savunmanın özellikle iç hukuk bakımından gerçekleştiğini söylemek hayli zor olacaktır. Bu anlamda vazıh bir şekilde Kaşıkçı’ya yönelmiş bir saldırı olsaydı ve devam etseydi; kolluk kuvvetlerinin müdahalesi mümkün olabilirdi.
Konsolosluk dokunulmazlığıyla ilgili en tartışmalı hususlardan biri de uluslararası hukuk bakımından en üstün normlara (“ius cogens”) aykırılığın yaptırımının cezasız kalıp kalmayacağına ilişkindir. Bu bağlamda işkence gibi kamu gücünün kullanılarak işlendiği suçlar anlamında dokunulmazlığın olmayacağına, zira zaten bu suçun muhtevasında kamu gücünün bulunduğuna, başka bir kamu gücü tarafından gerçekleşmesi takdirinde cezalandırılamamasının suçun amacına uymadığına ilişkin birtakım görüşler mevcuttur [6]. Filvaki bu yorum işkencenin Suudi Arabistan ve Türkiye’nin de taraf olduğu[7]İşkence ve Sair Zalimane, Gayriinsanî veya Aşağılayıcı Muamelenin yahut Cezalandırmanın Önlenmesine İlişkin Anlaşma kapsamında belirlenen tanımıyla tenakuz içerisinde değildir. Üstelik bahsedilen bu istisna yalnızca devlet başkanı hakkında değil konsolosluk binası da dâhil devlet egemenliğinin muhtevasında tahakkuk ettiği tüm kişiler ve kurumlar için geçerlidir. Her ne kadar sınırlarının belli olmaması nedeniyle bu tür istisnaların getirilemeyeceğine ilişkin bir kanaat olsa da bu tarz suçların cezasız kalması da beklenemez zira bunlar Viyana Anlaşmalarının koruduğu diplomatik ve konsolosluk ilişkilerinin keyfi nedenlerle sonlandırılmaması amacına hizmet etmemektedir. Somut olay bakımından değerlendirildiğinde ise işkence, zalimane, insanlık dışı yahut aşağılayıcı muamelelerin yapılmış olma ihtimalinin azımsanamayacak derecede yoğun oluşu böyle bir müdahaleyi meşrulaştırabilecek niteliktedir.
Öyleyse üç şekilde konsolosluğa girilmesi uluslararası hukuk bakımından kabul edilebilir bir nedene dayanmaktadır: (1) 1961 Viyana Anlaşmasıyla Konsolosluk Anlaşmasının binaların dokunulmazlığına ilişkin getirdiği ilkesel farklılığın acil durum hâllerinde Konsolosluk binasına girilmesine müsaade edilebileceği şekildeki yorumu; (2) meşru savunma hâlleri ve son olarak (3) üst normlara aykırılık hâlinin varlığı. Bu hâller değerlendirildiğinde Kaşıkçı olayı için özellikle ilk ve son gerekçeler konsolosluğa izinsiz girilmesini gerektirecek niteliktedir. Zira Kaşıkçı’nın kayıp olması ve hakkında ileri sürülen işkence iddialarının geniş kitlelerce dile getirilmesi acil bir durumun varlığını göstermekte ayrıca acil durumun işkence olması sebebiyle müdahalenin ivedilikle gerçekleşmesi de gerekmektedir.
III. Konsolosluk Yetkililerinin Dokunulmazlıkları ve İstisnaları
Yukarıda da kısmen değinildiği gibi diplomatlara sağlanan dokunulmazlıklardan farklı olarak konsolosların faydalandığı dokunulmazlık yalnızca resmi işlemlerine ilişkindir; bunun dışında cezai dokunulmazlıkları bulunmamaktadır. Buna mukabil Konsolosluk Anlaşmasının maddelerinden de anlaşıldığı gibi kovuşturma ve soruşturma sürecinin büyük bir titizlikle ve konsolosluk yetkililerinin resmi görevlerini aksatmayacak şekilde yapılması gerekmektedir; bu kapsamda tanıklığına müracaat edilecek yetkilinin tanıklık yapma yükümlülüğü bulunmakla beraber yapmaması hâlinde kendisine karşı herhangi bir müeyyide de uygulanamayacaktır (m. 41 – 44). Yine belirtmek gerekir ki görevleri dolayısıyla da olsa konsolosluk memurları ve hizmetlileri dışında kalan yetkililerinin dokunulmazlığı bulunmamaktadır (m. 1, 41). Bu bağlamda üzerinde durulması gereken en temel husus görevleri dolayısıyla işledikleri suçlara ilişkindir ki suçun niteliği ne olursa olsun anlaşmanın 55’inci maddesinde yer alan kabul eden ülkenin hukukuna saygı gösterme yükümlülüğünü ihlal edecek şekilde ortaya çıkması hâlinde konsolosluk yetkililerinin dokunulmazlığının olmayacağı kabul edilmektedir.
Bu hâlde Kaşıkçı olayı bakımından, (1) konsolosluk yetkililerinin dokunulmazlıkları bulunmamaktadır; (2) yine yetkililer, Kaşıkçı’ya ilişkin iddialar hakkında görevleriyle ilgili olmaması nedeniyle tanıklık yapma yükümlülüğü altındadır.
IV. Egemenlik ve Birey Arasındaki Denge – Uluslararası Hukukta Değişen Paradigma Bağlamında Kaşıkçı Olayı
Özü itibariyle uluslararası hukuka ait bir kavram olarak dokunulmazlık insan hak ve hürriyetleri ile uluslararası ilişkileri derinden etkilemektedir. Dolayısıyla dokunulmazlıklara ilişkin verilecek diplomasinin korunmasına yönelik bir karar diğer tarafta en temel insan haklarından hak arama özgürlüğü, vücut bütünlüğü, işkenceye maruz kalmama hakkı gibi birçok hakkı bittabi etkileyebilecektir. Bu nedenle günümüzde gelişen insan hakları doktrini bireyin haklarının ihlal edilemezlikte geleneksel olarak bugüne gelen dokunulmazlıklardan daha üstün bir konumda olduğunu kabul etmektedir. Hakikatten devletlerin egemenliği mutlak surette dokunulamaz bir vaziyetten, ahvali şahsiyelerin öncelendiği bir içtimai vaziyete tekâmül etmektedir[8]. Esasında bu devletin varoluşsal ortaya çıkış nedenleriyle bağdaşan bir tahavvüldür; zira devlet öncelikle bireyler için kurulmuş bir sistem olarak coğrafi, kültürel ve tarihi birçok etmen çerçevesinde değişerek egemenlik vasfını kendinden menkul ve dokunulamaz bir konuma getirmiştir. Hâliyle insan haklarındaki gelişmelerin devletin egemenliğine müdahale gerektirecek nitelikte oluşu bu mezkûr metruk haklar için bir basübadelmevt mesabesinde olacaktır. Bu hususta özellikle Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesinin bir kararı ilgili çekicidir; buna göre: “devlet olmanın tartışma götürmez ve kutsal olduğu döneme ait bir kavram olarak egemenlik, zamanla, bilhassa insan hakları alanında olmak üzere demokratik toplumlardaki liberal güçlerinin elinde aşınmıştır”; mahkemeye göre artık “…(uluslararası hukukta) devlet odaklı yaklaşım yerini insan odaklı yaklaşıma bırakmıştır”[9]. Kararın en veciz kısmında ise mahkeme şunu belirtmektedir: “Roma hukukundaki hominum causa omne jus constitutum est (tüm hukuk insanlığın menfaati için yaratılmıştır) şiarı uluslararası toplumda git gide sıkı bir tutunma noktası hâline gelmiştir”[10]. Nitekim bu karar egemenlik kavramının tedrici değişimini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu gelişmelere paralel olarak devletlerin vatandaşlarını korumadaki yükümlülükleri öyle bir hâl almıştır ki bu yükümlülüklerin ihlali Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından alınan kararlarda fiilen, Fransız literatüründe ise müdahale hakkı (le droit d’ingérence) başlığı altında kuramsal olarak ifade edilen uluslararası toplumun müdahale hakkının oluşmasına dahi imkân tanıyacaktır[11].
Günümüzde seçenekler ikiye ayrılmıştır: Uluslararası toplum ya bireylerin hakların hiçe sayılmasına göz yumacak ve devlet egemenliğini mutlak surette ihlal edilemez sayacak ya da devlet birey içindir anlayışının şiar edildiği korumacı bir anlayışı kabul edecektir.
V. İvedilikle Yapılması Gerekenler
An itibariyle kolluk kuvvetlerince konsolosluğun aranması için gerekli izinlerin alındığı iddia edildiğinden dolayı bundan sonra konsoloslukta yapılan arama sonucu işlendiği iddia edilen suçlara karşı soruşturma açılmalı ve yeterli şüphenin varlığı hâlinde kovuşturma aşamasına geçilmelidir. Gereği hâlinde konsolosluk yetkilileri tanıklık için çağrılmalıdır. Fakat bu hâlde özellikle konsolosluk memurlarının karar kesinleşene kadar gözaltına alınmayacakları belirtilmelidir. Bir diğer ihtimal ise olaya katıldığı şüpheli bulunan kişilerin yargılamalarının Suudi Arabistan tarafından nesnel ve gerekirse Türkiye’den de gözlemcilerin katıldığı bir davada yapılmasıdır.
VI. Çözüm Önerileri
Yukarıda da değinildiği gibi diplomatik ilişkiler göz önüne alındığında konsolosluk yetkililerini yargılamak ve suçlu bulundukları takdirde yargılamanın infazını yerine getirmek diplomatik ilişkiler açısından zor olabilecektir. Her ne kadar ideal açıdan arzu edilen olmasa da iddiaların, delillerin karartılması ya da herhangi haksız bir şekilde çürütülmesi hâlinde böyle olayların bir daha yaşanmaması, ülke olarak bu tür davranışların odağı hâline gelinmemesi, yargının itibarının zedelenmemesi ve cezaların kaçınılmaz olduğu gerçeğine halel getirilmemesi için atılması gereken adımlar şunlar olabilir:
- Uluslararası Diplomatların ve Konsolosların ve dahi Devletin diğer organlarının işledikleri suçlardan dolayı ve o suçlarla sınırlı olmak kaydıyla kurulması önerilen[12] mahkemenin kurulmasına yönelik süreci Türkiye’nin öncüsü olduğu Suudi Arabistan’ın ise destekçisi olduğu bir platformda başlatmak veya hızlandırmak.
- Siyasal olarak tehlikeli arz edilen yabancılara yönelik olarak Türkiye ve Suudi Arabistan Krallığı arasında yeni bir anlaşma akdedilmeli ya da mevcut anlaşmalar gözden geçirilerek ilgili kişilerin etkin korumalardan faydalanabilecekleri bir müessese getirilmelidir. Gerektiği takdirde 1961 ve 1963 Anlaşmalarındaki dokunulmazlıkların devletin rızası olmadan kaldırılamayacağına ilişkin kurala paralel olarak yapılan bu anlaşmada dokunulmazlık hâlleri için uygulama öncesi bir rıza usulü getirilmelidir.
- Yine Türkiye’ye siyasal baskılardan dolayı gelmiş ve mülteci statüsünde olmayan sığınmacılara ya da yabancılara yönelik kendilerini güvende hissedebilecekleri platformlar oluşturulup müşahhas koruma müesseseleri getirilmelidir.
Kaynakça
[1] S. L. Wright, “Diplomatic Immunity: A Proposal for Amending the Vienna Convention to Deter Violent Criminal Acts,” Boston University of International Law Journal 5, no. 1 (Spring 1987): 179–83; “Wounded Police Woman Dies in Hospital,” 18 April 1984, Guardian Archive: Libya, accessed December 10, 2018, http://www.theguardian.com.
[2] Maria Moutzouris, “Sending and Receiving: Immunity Sought by Diplomats Committing Criminal Offences” (Masters in Law, Rhodes University, 2008), 71–72, https://core.ac.uk/download/pdf/145055084.pdf.
[3] Kareem Fahim, “Turkey Concludes Saudi Journalist Jamal Khashoggi Killed by ‘Murder’ Team, Sources Say,” The Washington Post, June 10, 2018, https://www.washingtonpost.com/.
[4] Moutzouris, “Sending and Receiving: Immunity Sought by Diplomats Committing Criminal Offences,” 70–71.
[5] Iain Cameron, “First Report of the Foreign Affairs Committee of the House of Commons,” International & Comparative Law Quarterly 34, no. 3 (July 1985): 612, https://doi.org/10.1093/iclqaj/34.3.610.
[6] Robert Cryer et al., An Introduction to International Criminal Law and Procedure (Cambridge University Press, 2010), 540.
[7] “United Nations Treaty Collection,” sec. 1, accessed October 17, 2018, https://treaties.un.org/pages/ViewDetails.aspx?src=IND&mtdsg_no=IV-9&chapter=4&clang=_en.
[8] Johan D. van der Vyver, “Sovereignty,” in The Oxford Handbook of International Human Rights Law, ed. Dinah Shelton (OUP Oxford, 2013), 7–10, 10.1093/law/9780199640133.003.0017.
[9] Appeals Chamber, Prosecutor v. Dusko Tadic a/k/a “DULE”: Decision on the Defence Motion For Interlocutory Appeal on Jurisdiction, No. IT-94-1 (International Criminal Tribunal for the former Yugoslavia October 2, 1995).
[10] Appeals Chamber, paragraph 97.
[11] Rüdiger Wolfrum, “Solidarity,” in The Oxford Handbook of International Human Rights Law, ed. Shelton Dinah (OUP Oxford, 2013), 6–9.
[12] Wright, “5 B. U.,” 182.
1 Comment
Oldukça kapsamlı ve açıklayıcı bir yazı olmuş, tebrik ederim.