Sahneden İnerken – Genç Bilim İnsanlarına Öğütler II: Kariyer Stratejisi ve Yayın Tuzağı
Siz de bu günlerde çok fazla yayın yapıldığı hissine kapılıyor musunuz? Ya da açıkça bu yayınların hepsine yetişilemeyeceği hissine? Daha az yayının yapılması durumunda, özellikle bizim bizzat yaptığımız yayınların da (ki bizim kendi yaptığımız yayınlar hiçbir zaman fazla olmaz) dikkat çekme ihtimali artacağından dolayı, her şey daha güzel olmaz mıydı?
Teknoloji başka yerlerde üretimi artırdığı gibi, akademide de üretimi arttırdı. Araştırma yapmak, yazmak, alıntılamak ve yayınlamak artık çok daha kolay (tabi kaynaklar dijitalleştirilmiş ve aranabilir olduğu sürece). Akademik hukuk dergilerinin ve özellikle bunların online formatta olanlarının sayısında; düşük giriş kriterleri, kurulum, dağıtım maliyetleri ve dergi yayınlarından elde ettikleri aşırı karlar sebebiyle patlama oldu. Ve bir de kişilerin, herhangi bir dergiye ihtiyaç duymadan yayın yapabilmeleri var tabi (self-publishing). Edebiyat dünyasında, bir yazar ‘kendin yaz kendin bas’ tarzında bir yayın yaparsa buna ‘vanity publishing’*[1] denir; akademide ise bunun için SSRN (Social Science Research Network) vardır. Bunu ironi olarak söylüyorum tabi ki, fakat beni mazur görün ki bu karışık bir lütuftur. Yayıncılığın demokratikleşmesi güzel bir gelişme olsa da, ayırt ediciliğin azalmış olması biraz daha şüpheli bir mesele.
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu günlerde herkes yazmak, bir dergide veya internette yayınlamak ve daha sonra kendi kendilerinin tanıtımını yapmakla (Öyle ki her e-postanın sonuna kişinin kendi güncel yayınlarının linkini eklemesi istisnadan ziyade artık kural oldu.) o kadar meşgul ki okumak için neredeyse hiç vakitleri kalmamış haldeler. Bununla kastettiğim ciddi, derinlemesine okumak ve sadece yazmakta olduğunuz (ancak çok şanslıysanız başkaları tarafından üstünkörü bir şekilde okunacak olan) eserinize öylesine yapmış olmak için birkaç alıntı eklemek için okumaktan değil. Fakat benim yazım da benzer şekilde alıntılandığı sürece kimin umurunda?
Ben çok okurum. Yazdığımdan çok daha fazlasını hem de. Bunun sebebi de sadece yaşlanmış olmam, söyleyebileceğim ilgi çekici şeylerin kendimce azalmış olması değil araştırmaya daha az zamanımın olmamasıdır.
İki akademik derginin baş editörü olarak, zamanımın gereğinden fazlasını EJIL ve I•CON’a yayınlanması için gönderilen yazıları okumakla geçirmek zorundayım. Takdir edersiniz ki bu sadece yayınlanan her şeyi okumak değildir, gönderilen yazıların sadece küçük bir parçasını yayınlayabiliyoruz- fakat her şeyi okuyoruz. Ve EUI’da (European University Institute) iki buçuk yıllık başkanlığım boyunca kural olarak kürsü başkanı seçim komitelerinin hepsini benim idare etmem gerekiyordu. Bu da çok daha fazla okuma yapmak anlamına geliyor (Bu görevin sağladığı faydalardan biri, diğer disiplinlerde düzenli olarak okumaya zorlamasıdır). Aslında, hukuk ile ilgilenmemin yasaklandığı ve yapılan tüm okumaların Belle Lettres[2], kutsal metinler ve azıcık teolojinin olduğu hafta sonlarını çıkardığınızda, başka konularda çok az okuma yapıyorum. Kabul etmeliyim ki aşağıda belirteceklerim biraz çarpık biraz da aksi olacak (çünkü bir insan ne okuyacağını seçemez), fakat genç bilim insanları için şerden hayır çıkarmak maksadıyla, yazmak, yayın yapmak ve kariyerlerinde ilerlemek ve bilhassa atamalar, terfiler ve kadro alabilme arasındaki ilişkiyle alakalı olarak görüşlerimi sunmak isterim. Çünkü, yumurta – tavuk ilişkisinde olduğu gibi, bu yayın tarzlarındaki değişimleri yönlendiren sadece teknoloji değil, aynı zamanda genel olarak akademide ve daha özel olarak da hukuk akademisinin alışkanlıklarında, teamüllerinde ve kültüründe meydana gelen bazı gözle görülür değişikliklerdir.
Sanırım çoğu kişi, kariyerlerinin farklı can alıcı dönemlerinde ‘niceliğin’ öne çıkan, hatta bazen (maalesef ki) asıl belirleyici olan unsur olduğunu ileri sürdüğümde bana katılacaktır. Sadece o da değil, örneğin pek çok yerde, daha akademiye giriş seviyesindeki adayların bile hatırı sayılır uzunlukta bir yayın listesine sahip olmaları bekleniyor. Böyle bir yazının niteliği hakkında niceliksel ve objektif bir değerlendirme yapabilmek adına, yayınların yapıldığı dergiler gitgide daha sıkça kendi aralarında sıralanmakta veya mükemmellik ya da prestijlerine göre gruplandırılmakta, ilgili makalenin kendisine yapılan atıflar sayılmakta ve makale farklı (neredeyse tamamı derinden kusurlu olan) ‘etkinlik’ ölçümlerine tabi tutulmaktadır. Bibliyometrik analizler ve bu tür diğer ‘göstergeler’, makalelerin değerlendirilmesinde giderek büyüyen bir rol oynamaktadır.
Bu değişimin biraz da olsa faydası var: Örneğin bu sistem, eskiden olduğu gibi bazı bağlantıları kurabilmek için birilerini tanımanın elzem olduğu sosyal ağ kurma yöntemine (ahbap- çavuş ilişkisine) karşı gelmeye yardımcı olmaktadır. Dolayısıyla kendi mantığı ve temelleri içerisinde, birbiriyle rekabet eden adayların kıyaslanmasını daha objektif hale getirmekte ve bu çabaya yardımcı olmaktadır. Fakat bu düzen aynı zamanda bir kısmı beklenmemiş olan bazı olumsuz sonuçlar da üretir: Örneğin, bu durum, İngilizce’nin bilim dili olarak hâkim bir konuma gelmesine yol açtı. Ekonomi veya diğer bilim dallarında bu durum daha makul karşılanabilecek bir gelişme olsa da, hukukta bilimsel dilin sadece İngilizce olmasının kolayca meşruiyeti tesis edilebilecek bir gelişme değildir. Pek çok ülkede, makalelerin değerlendirilmesi aşamasında sadece ‘uluslararası’ yayınlar dikkate alınır ki bunlar da çoğunlukla İngilizce olarak yapılan yayınlardır. Doğası gereği daha az ilgi gören ve alıntı yapılan daha özel, olağandışı ve niş bilimsel araştırmaların cesaretini kırmaktadır. Bu şekilde daha devam edebilirim ama bu kadarı kâfi.
Çoğu kişi bunu reddetse de, seçim ve tanıtım süreçlerinin olumsuz sonuçları var. Çeşitli mecralarda yazının kendisi ve yazının arkasında yer alan zihnin kalitesi ile ilgili müzakereler çok daha az oluyor. Bilim insanlarının entelektüel başarılarının içeriğinden ziyade, bezdirinceye ve bıktırıncaya kadar kişilerin özgeçmişleri tartışılıyor. Biraz derin düşünüldüğünde (belki pek çok kişi bunu duygusal bir saçmalık olarak alaya alacak olsa da) bu durum – aynı zamanda hem dikkatli, hem zaman alan, hem ilgisiz (evet, aynen öyle.) ve hem de derin düşünme, eleştirel yaklaşım ve düşünsel tatminlik anlamına gelen – akademik ve entelektüel gayretin ruhunu küçük düşürme riskini doğurmaktadır.
Bu durumun, kariyerlerinin başlarındaki genç bilim insanlarının yazılarında ve yayın yapma stratejilerinde de anlaşılabilir ve devasa etkilerinin olması hiç de şaşırtıcı değil. Doktora aşamasından itibaren akademisyenler, araştırma ve araştırdığının üzerine derinlemesine düşünme, eleştirel yaklaşma, yazma ve dönüp tekrar yazmadan oluşan dört-beş yıl sonucunda düşünmeye adanmış bir hayatın alışkanlıklarını (ve sevgisini) elde etmek yerine, tezini tamamlamak ve aynı zamanda bir dizi yayında adının yer alması için çabalamak baskısı altında kalmaktadır. Yüksek kalitede ve prestijli (akademik bağlamda her ne demekse artık!) doktora sonrası programlara kabul alabilmek için, birinci sınıf bir tez üretmek yeterli değil; aynı zamanda çeşitli ‘yayınların’ yanı sıra çalıştaylar, konferanslar ve akademinin diğer tüm donanımlarının bulunduğu bir özgeçmişe sahip olmak gerekmektedir. (Bu sürecin değiştiğinin gözle görülür bir ölçüsü, kadro başvurularına eklenen özgeçmişlerin formatları ve içeriklerindeki değişikliklerdir). Bence bu durum, hem kişilerin seçimi açısından mantıksız bir yaklaşım (Sadece CV’den hareketle yapılan tahmini bir değerlendirme, birinin tezinin asıl içeriğinden nasıl daha iyi olabilir ki?), hem de aynı zamanda geleceğin biliminin ve bilim insanlarının temelleri ve oluşumu üzerinde zararlı bir etki oluşturmaktadır. Ve aynı senaryo, doktora sonrasında, bir kadroya yerleştikten sonraki ilk yıllarda ve sonrasında devam eder. Her ne kadar tamamen yanlış olmasa da, nicelik ve nitelik arasında kaçınılmaz bir ilişki olduğu bariz bir iddiadır. Bir (veya iki) makale üzerinde çalışmak için birkaç yıl harcama fikri çok eskide kaldı artık.
Böylesi için daha mı iyiyiz? Benim bakış açıma göre iki açıdan daha iyi değiliz. Araştırmacı ve güçlü akılların emarelerini gösteren, ancak aceleye getirilen ve özellikle de temel önerileri ve argümanları üzerinde düşünülmeye yeterince zaman ayrılmamış olan pek çok makale görüyorum. Biz EJIL ve I.CON’da klasik kabul etme, revize etme ve yeniden gönderme (revizyona rehberlik eden akran değerlendirmesi yorumlarıyla beraber) ve ret kararlarına ilaveten yeni bir kategori icat etmek zorunda kaldık, ki bu da ‘potansiyel olarak çok ilginç fakat bu aşamada henüz olgunlaşmamış yazı’ kategorisidir.
Aynı şekilde, atanma süreci içerisinde bazı dikkat çeken çalışmalarının yanında epey de laf kalabalığı ile dolu, çoğunlukla sonu gelmeyen konferansların sunumları, çalıştaylar, sempozyumlar, armağan eserler ve benzerinden oluşan ve bence yazarın beğenilirliğine az, bilim dünyasına ise çok daha az bir katkıda bulunan yayınları olan akademisyenler ile karşılaşıyorum. Bu eserlerin çoğunun okunmuyor olması bir teselli kaynağı aslında – ki fırsat maliyetleri yüksek (bunların yerine çok daha değerli yayınlar yapılanabilirdi).
Benim niyetim geçmişteki bir Altın Çağ’a geri dönmek değil. Tekrar söyleyeceğim, bu gelişmeler karışık bir lütuftur. Fakat kariyer gelişiminin gitgide sayısallaştırılması gerçeği ile yüzleşen genç bilim insanlarına, bir yayın stratejisi düşünürken biraz sağduyu ve pratik olduğunu umduğum tavsiyelerde bulunmak istiyorum.
İlk gözlemim şu ki (biraz romantik gibi gözükse de aslında hiç de değil) kalite mecburidir. Eğer kariyeriniz boyunca portfolyonuz gerçekten göze çarpan birkaç parça içermezse (ki göze çarpar olmanın birden çok yolu var) yine iyi bir kariyer sahibi olabilirsiniz fakat asla gerçekten göz alıcı olan eserlerin kazandırdığı saygıyı (ne mutlu ki hakikaten iyi olan eserlere hala saygı duyuluyor) kazanamazsınız ve kendinizi kandırma gücünüz, genellikle olduğundan daha yüksek değilse, yavaş yavaş kendinize saygınızı da kaybetme riskiniz vardır.
Eğer bu argümanla ikna olduysanız (ve alanında kariyerlerine sadece imrendiğiniz değil aynı zamanda saygı duyduğunuz bilim insanlarını düşünmeye çalışırsanız), stratejik zorluk – ki bunun fazla çözümü olabilir – netleşiyor. Kişi zamanını, gündemini nasıl yönetmelidir ki, sayısal baskılar kalite gerekliliklerinden ödün verdirmesin?
Dikkate almanız için birkaç öneri sunuyorum.
Hırs: Yıllar boyu, akıllarındaki projeleri yazma konusunda tavsiyelerime başvuran genç akademisyenler bana danıştı. Çok sık şekilde benim yorumum, fikrin iyi olduğu, projenin ilginç ve faydalı olduğu, hatta iyi bir makale olabileceği fakat hırstan yoksun olduğu yönündeydi. Yeni niceliksel dünyada, sürekli olarak birden fazla işi aynı anda yürütmeniz ve aynı anda çeşitli taahhütler üzerinde çalışmanız gerekeceğinden, benim görüşüme göre kesinlikle kaçınılmaz olan şey sudur: bulduğunuz herhangi bir anda orta ile uzun vadeli olan ve gerçekten iddialı bir projede çalışmalısınız. Öyle bir proje ki, sizin yeteneklerinizin ve çalıştığınız alanın sınırlarını zorlayacak. Basit gözüküyor. Hakikaten bazı yönlerden de öyle. Gerçekte ise, farkına bile varmadan küçük bir projeden bir başkasına geçmek, yayın listenizdeki rakamları artırmak çok kolaydır.
Kendi bülteninize hâkim olun: Bu imkansız bir görev. Henüz bunu keşfetmediyseniz, yakında akademik yaşamın en büyük paradokslarından birini keşfedeceksiniz. Teorik olarak, bir ‘Patron’a sahip değiliz. Akademik özgürlük, neyi araştırıp ne hakkında yazacağımıza karar vermemizi garanti eder. Fakat gerçekte yazdıklarımızın şaşırtıcı ve gereğinden fazla bir miktarı başkalarının gündemleri tarafından belirlenir: konferanslara, sempozyumlara, araştırma projelerine, kitap bölümlerine davetiyeler tarafından ve hepsinden sinsisi, açık veya gizli kendi ajandaları olan ve kendi kriterlerine göre çeşitli türlerden hibe veren otoriteler tarafından. Para harikadır, ancak büyük ölçüde yozlaştırma potansiyeline sahiptir. Evet, bir bakıma bunu kabul edip etmemek sizin kendi özgür kararınızdır. Bu durumda sorulması gereken soru ise bu daveti almamış olsaydınız, söz konusu görevle, makaleyle veya katkı ile meşgul olur muydunuz? Cevap genellikle koca bir Hayırdır. Bu ikilem hayatınız boyunca size eşlik edecektir. Gerçekçi duruş ise, yaptığınız şeylerin en azından bir kısmını kendi inisiyatifinizle üretmiş olduğunuzdan ve günümüz dünyasındaki bir devlet gibi, yanıltıcı değil de gerçekçi bir nebze egemenlik sağlamayı başardığınızdan emin olmaktır. Çok genç akademisyenlere bu durum yapay bir sorunmuş gibi gözükebilir, çünkü iz bırakmaya ve fark edilmeye başladıklarının bir göstergesi olan bu davetiyeleri almayı arzuluyor olabilirler. Evet, bunda bir gerçeklik payı var. Ve aslında bu iyiye işaret. Ancak, sözlerime dikkat edin, damlama yakın zamanda bir çığa dönüşecek: daha önce bahsettiğim bu dergiler sayfalarını doldurmak zorunda. Bu dengeye nasıl ulaşılır? Nancy Reagen cevabı basit şekilde verdi: Sadece hayır deyin… (bazı şeylere). Kendinizi bir diyete sokun. Herhangi bir yılda kendinizi belli sayıda çalıştay, konferans makaleleri, moderatörlüklere adayın.
Seçici olun – Beş her zaman üçten iyi değildir. Yani, kafanızı kuma sokup niceliksel baskıdan habersiz kalamazsınız. Öyle bile olsa, bana göre, iki yılda iki harika makale, yalnızca iyi veya vasat yedi parçadan daha iyidir. Ama şovu yöneten ben değilim. Yine de şunu bir düşünün. Bir seçim komitesi veya kadro komitesi portföyünüzü inceliyor. Makalenizi harici incelemeye gönderebilirler (Bana bunlar hep gelir.). Raporlar gelir. Bir veya iki tanesi iyi eserleri görür. Üç veya dördü vasat olanları görür. Genel değerlendirme? Kabul edilirsiniz. Bunu söylemenin bir diğer yolu da şu: Yüksek bir değere sahip üç parçanın entelektüel (ve itibari) ağırlığı, düşük bir değere sahip altı parçadan çoğu zaman daha büyük olacaktır.
Burada belirtilen bakış açıları baş editörün şahsına aittir ve European Journal of International Law ya da the European University Institute’ün resmi duruşunu yansıtmamaktadır.
[1] Yazarın tüm masrafları kendi karşılaması ile kitap basması.
[2] İçeriğinden ziyade sanatsallığı ön planda olan ve okuyana zevk veren eserler.
[1] Joseph WEILER tarafından yazılan “On My Way Out – Advice to Young Scholars II: Career Strategy and the Publication Trap” blog yazısından, öğrencilerimizden Zeynep Nefise EMRE tarafından çevrilmiştir. Orjinal kaynağa ulaşmak isteyenler için link:
[2] Joseph Weiler European Journal of International Law’un baş editördür. Aynı zamanda New York Üniversitesi (NYU) Hukuk Fakültesi’ndeki Birleşmiş Milletler Jean Monnet Kürsüsü’nün sahibi ve yine NYU’daki Jean Monnet Uluslararası ve Bölgesel Ekonomi Hukuku ve Adalet Merkezi’nin eş direktörlerinden birisidir. Bunların yanı sıra, I.CON (International Journal of Constitutional Law)’da baş editörlerden birisidir.
[3] Çeviren: İstanbul Şehir Üniversitesinden 2019 yılında mezun olan Zeynep Nefise EMRE, 2016 yılında ICIL’e katılmış, Uluslararası Hukuk, Uluslararası İnsancıl Hukuk, İnsan Hakları Hukuku, Uluslararası Ekonomi Hukuku ve Uluslararası Organizasyonlar derslerini almıştır. Üniversite hayatı boyunca çeşitli uluslararası farazi dava ve arabuluculuk yarışmalarına katılmıştır.