ULUSLARARASI HUKUKTA KUDÜS’ÜN STATÜSÜ
I. Kudüs’ün Tarihi Arkaplanı ve Kudüs Probleminin Gelişimi
Uluslararası hukuk bağlamında Kudüs’ün statüsünü anlamak için ilk olarak İsrail’in ortaya çıkış sürecine göz atmak gerekmektedir. İsrail’in bir devlet olarak ortaya çıkmasında ilk adım 1917 yılında Balfour Deklarasyonu ile atılmıştır. Deklarasyon ile İngiltere, Filistin’de kurulacak olan Yahudi devletinin varlığını kabul etmiştir. Elbette bu kabul, Yahudi olmayanların din ve vatandaşlık haklarının gözetilmesine; Filistin dışındaki Yahudilerin de haklarının korunması şeklinde bir koşula bağlı tutulmuştur.[1] Netice itibariyle Balfour Deklarasyonu ile Yahudi devleti, uluslararası kamuoyuna ilk adımını atmıştır.
1922 yılında ise bölgenin bir kısmı, içinde Kudüs’ü de barındıracak şekilde İngiliz manda yönetimi altına girmiştir. Deklarasyonun ardından İngiliz manda sürecinin devreye girmesi ile bölgeye büyük bir Yahudi göçü başlamış ve buna bağlı olarak Arap-Yahudi çatışması doğmaya başlamıştır. Gerek 1917-1922 İngiliz manda yönetimi süresince, gerekse 1947 yılında Birleşmiş Milletler’in 181 sayılı taksim kararı (corpus separatum) ile İsrail’in devletleşme sürecine yönelik çeşitli adımlar atılmıştır.
14 Mayıs 1948’de İngiliz manda yönetiminin sona ermesiyle Yahudi topluluğu, İsrail’in kuruluşunu resmen ilan etmiştir. Balfour Deklarasyonu’nun hemen ardından Ürdün, Mısır, Irak, Suriye ve Lübnan’ın sert tepkileri ve ileride vuku bulacak savaşların temelini oluşturan askeri hamleler izlemiştir. Askeri müdahaler ile 1949 yılına kadar olan süreçte her bir devlet bölgedeki tansiyonu düşürmek adına İsrail ile özel anlaşmalar düzenlemiştir. Bu şekilde anlaşmazlıkların devletlerarası müzakere ile çözüme kavuşulacağı yönünde bir kanaat oluşmuştur. Ne var ki 1949 yılı sonunda İsrail başbakanı David Ben Gurion İsrail parlamentosunda (The Knesset) Kudüs’ün İsrail devletinin “başkenti” ve onun “ayrılmaz” bir parçası olduğunu açıkça ifade etmesi müzakere beklentilerini sonuçsuz bırakmıştır. 1967 ve sonrasında ise benzer ifadelerin İsrail başbakanı Menachem Begin ve diğer devlet adamları tarafından defaatle tekrar edildiği; karşı görüşte olan Arap liderlerin ise Kudüs’ün Batı Şeria’nın en önemli parçası olduğunu ve Arap egemenliği altında olması gerektiğini ifade etmeleri dikkat çekicidir.[2] [3] Son olarak 1980’de Kudüs İsrail parlamentosu tarafından çıkarılan bir kanunla; devlet başkanının, hükumetin, parlamentonun ve İsrail Yüksek Mahkemesi’nin kuruluş yeri olarak belirlemiş, adeta bir başkentin taşıdığı özellikler Kudüs’e atfedilmiştir.
II. Doktrinde Kudüs’ün Hukuki Statüsüne Yönelik Muhtelif Görüşler
Öğretide Kudüs’ün hukuki statüsüne yönelik gerek objektif gerekse subjektif çok sayıda görüş öne sürülmüştür. Ancak görüşler Kudüs’ün batısı ve doğusu bakımından farklılıklar içermektedir. Bu bölümde ise, konuya binaen en çok öne çıkan üç öğretinin analiz edilmesi amaçlanmaktadır.
Görüş 1
Lauterpacht’a göre Batı Kudüs’te İngiliz manda yönetiminin sona ermesi ile birlikte İsrail, bölgedeki kontrol ve egemenliği meşru yollarla sağlamıştır (Pro-Israeli jurists).[4] Başka bir değişle, İsrail’in Batı Kudüs’te egemenliği sağlaması esasında meşru savunma hakkının kullanılmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, meşru müdafaa hakkının kullanılması gerekçesine dayanarak toprak ilhakının kabulü oldukça azınlık bir görüştür. Şayet meşru savunma hakkına dayanarak, bölgede yaşayanlara daha iyi imkanların sunulduğu öne sürülmüş olsa da, bölgede yaşayanların kendi kaderini belirleme hakkı elden alınmış olmaktadır.[5]
BM’nin taksim kararına ılımlı yaklaşan İsrail, taksim kararını şiddetle reddeden Arap ülkelerininin “agresif” tutumlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu sebeple meşru savunma hakkının İsrail tarafından hukuka uygun olarak kullanıldığını iddia edenler, bununla ilintili olarak Batı Kudüs’ün egemenliğinin de hukuka uygun olarak İsrail’e ait olduğunu savunmaktadırlar.
Lauterpacht bu argümanını ‘hiçbir hak hukuka aykırı bir eylemden doğmaz’ – maxim ex injuria ius non oritur- ilkesine dayandırmaktadır.[6] İngiliz mandasının sona ermesinin ardından İsrail, bölgedeki kontrol ve huzurun sağlanması için harekete geçmiştir. İsrail’in bölgede egemenliği sağlama yönündeki müdahaleleri Lauterpacht doktrini tarafından meşru savunma hakkının kapsamına dahil edilmiştir. Bu sebeple egemenlik olgusunun hukuka uygun müdahale ve bastırmalar ile; başka bir değişle meşru savunma hakkı ile bağlantılı olarak ortaya çıktığı savunulmuştur.
Doğu Kudüs’ün egemenliği ise İngiltere tarafından bir süreliğine askıya alınmış olmasına rağmen Ürdün’ün bölge üzerinde hakimiyet kurması Lauterpacht ve aynı doktrini savunanlar tarafından haksız işgal/işgalci olarak nitelendirilmiştir. Bölge egemenliğinin kime ait olduğu açıkça belirlenememişken Ürdün’ün sözde meşru savunma hakkına dayanarak Doğu Kudüs’ü işgal etmesi Lauterpatch tarafından hukuka uygunluk taşımamaktadır.[7] Filistin topraklarının işgali aşamasında gerekçe olarak öne sürülen meşru savunma hakkının İsrail tarafından kullanılması hukuka uygun iken aynı hakkın Ürdün tarafından kullanılmasının hukuka aykırı olarak nitelendirilmesi bir çelişkiye işaret etmektedir.
Görüş 2
Doktrinde karşılaşılan ikinci görüş, yalnızca Kudüs’ün değil tüm Filistin topraklarının Filistinlilere ait olduğunu ifade etmektedir. Münhasıran Kudüs bakımından ise Kudüs’ün doğusu ve batısı arasında herhangi bir ayrım yapmaksızın egemenliğin manda yönetiminin bitiminden beri Filistinlilere ait olduğunu savunmaktadır.[8] Manda yönetiminin sona ermesi ile beraber İsrail bölgedeki çatışmanın ve Filistinli toplulukların agresif hareketlerinin meşru savunma hakkının kullanılması bakımından uygun ortamı sağladığını iddia etmiş olsa da hakkın ölçülü kullanılması esasına dikkat edilmediği sonucuna ulaşmak mümkündür. Ayrıca salt meşru savunma hakkına dayanarak, azımsanmayacak ölçüdeki Filistin nufüsunun özellikle 1967 sonrasındaki süreçte peyderpey İsrail direktiflerine bağlı yaşamaya mecbur bırakılması söz konusu olmuştur.
Görüş 3
Öğretideki son görüşe göre ise Kudüs’ün statüsü halen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1947’de verdiği taksim kararının konusunu oluşturmaktadır.[9] Dolayısıyla Kudüs’ün bütünü tıpkı kararda öngörüldüğü gibi bölgelere ayrılarak Birleşmiş Milletler tarafından özel uluslararası rejim usulüne uygun olarak yönetilmelidir. Bu aşamada dikkat çeken husus, Avrupa Birliği’nin de Kudüs’ün statüsü noktasında taksim kararını esas almasıdır. Nitekim İsrail’de bulunan Alman Büyükelçiliği yaptığı bir açıklamada Kudüs’ün hukuki durumunun taksim kararı çerçevesinde belirlenmesi gerektiği yönünde açıklamalarda bulunmuştur.[10]
III. BM Etkisi ve Oslo Süreci
A. Birleşmiş Milletler Kudüs’ün Statüsü Başlıklı 303 Numaralı Kararı
9 Aralık 1950 tarihinde Birleşmiş Milletler 303 Numaralı kararı ile Kudüs’ün statüsüne yönelik çok yönlü bir karar metni ortaya koymuştur. Esasında karar, Kudüs’ün uluslararası bir konuma kavuşturulmasındaki ilk girişim değildir. Nitekim sözü edilen karar, Birleşmiş Milletler’in 181 ve 194 sayılı Genel Kurul kararlarında amaçlandığı gibi şehrin taksim edilmek suretiyle yönetimesi ve özel uluslararası yönetim rejiminin benimsenmesi esaslarına dayanmaktadır. Kararın diğer yönü ise Kudüs’te yer alan kutsal mekanların korunması ve özgürce kullanılmasını amaçlamaktadır. Karar gereğince kutsal mekanların egemenliği ne şehrin batısını işgal eden İsrail’e ne de doğusunda hakim olan Ürdün Haşimi Krallığı’na ait olacaktır. İfade edilen temel amaçların yanı sıra şehri yönetmesi için Birleşmiş Milletler tarafından bir yöneticinin atanacağı, şehrin nötr hale getirilerek gayri askeri bir yapıya kavuşturulacağı, temel hak ve hürriyetlerin gözetileceği ve bölgesel toprak bütünlüğünün sağlanacağı hususları yer almıştır.[11]
İlginç olan husus ise bu derece kapsamlı düzenlemeler getiren, önemi haiz bir kararın hiç uygulanamamış olmasıdır. Doğu Kudüs’ün Ürdün tarafından işgal edilmiş olması, Sovyet Rusya’nın kararın uygulanmasına isteksiz yaklaşması ve İsrail’in bu kararın hükümlerinin yalnızca kutsal mekanlar bakımından uygulanmasına istekli olması, kararın etkisiz kalmasında yatan sebepler olarak ifade edilmiştir.[12]
B. Oslo Görüşmeleri
Oslo Görüşmeleri, İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasında Norveç’in arabuluculuğu ile gerçekleştirilen gizli görüşmeleri ifade etmektedir. Ortadoğu’da Irak, Kuveyt ve İsrail arasında gerçekleşen askeri müdahaleler, sivil direniş hareketi İntifada’nın İsrail cephesinde gerçekleşen zararların giderilme arzusu, FKÖ ile İsrail arasında bir müzakereyi zorunlu kılmıştır. 13 Eylül 1993 tarihinde Filistin Kurtuluş Örgütü’nü temsilen başkan Yaser Arafat, İsrail’i temsilen Başbakan Yitzhak Rabin müzakere metinlerinde karşılıklı olarak birbirlerinin varlıklarını tanımış ve İlkeler Deklarasyonu’nu imzalamışlardır.
Oslo Görüşmeleri’nin tüm detaylarına girmeden ifade etmek gerekir ki Filistin topraklarının A, B ve C şeklinde taksim edilmesi ve geçiş sürecinde İsrail’in sürecin ciddiyetinden sürekli taviz vermesi Oslo Görüşmeleri’nin başlangıçtaki amacından sapılmasına sebebiyet vermiştir. Esasında İsrail’in hukuka aykırı yapı inşaatları ve aykırı adımları Filistin’i İsrail’e bağlı pasif bir “devlet” haline getirmiştir. Oslo Görüşmeleri ve devamındaki müzakere sürecinde 1967 öncesi sınırlara geri dönülme kararı alınmış olmasına rağmen İsrail’in Batı Şeria’da ayrım duvarı inşa etmesi ve Doğu Kudüs’ü ilhak etmiş olması görüşmelerin fonksiyonunu yitirdiğini göstermiştir. Oslo Görüşmeleri’nde Kudüs’ün her iki devletin ortak başkenti olacağı ifade edilmesine karşılık sürecin sonunda Kudüs’ün oldukça az bir alanı kapsayan sembolik kısmının Filistinlilere, geri kalanının İsrail egemenliğine bırakılacağı ifade edilmiştir.[13]
Trump Yönetiminin Kudüs’ü İsrail’in Başkenti Olarak Tanıma Kararı
a. Kararın Hukuki Niteliği
6 Aralık 2017 tarihinde ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu beyan etmiştir. Başkan Trump’un konuşmasında yer alan ifadelere bakıldığında esasında Kudüs’ün başkent haline getirilmesi ve Amerikan Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınma arzusu 1995 yılında Amerikan meclisince kabul edilen Kudüs Büyükelçiliği Yasası’na dayanmaktadır.[14] Aynı şekilde daha önceki Amerikan başkanlarının Kudüs’ü başkent haline getirme yönündeki çabalarına dikkat çeken Trump, nihai olarak kararın kendi yönetimi döneminde alınmış olmasını muzafferane bir üslup ile dile getirmiştir. Hukuki niteliği itibariyle bir beyanname niteliği taşımasının yanında, hassas içeriği ve radikal kararları barındırması sebebiyle birçok eleştirinin hedefi haline gelmiştir.
b. Karara Yönelik Muhtelif Eleştiriler ve Uluslararası Adalet Divanı’nın Yargı Yetkisi
Karara ilişkin eleştiriler ilk olarak Viyana Diplomatik İlişkiler Konvansiyonu bakımından öne sürülmüştür. Konvansiyonun 25. maddesi, diplomatik görevler için inşa edilecek tüm yapı ve tesislerin ancak ev sahibi devletin egemen olduğu topraklarda konumlandırılacağı hükmünü ihtiva etmektedir. Fakat taksim kararı uyarınca Kudüs’ün herhangi bir devletin egemenliğinde bulunmayacağı kararlaştırılmışken Kudüs’ün ABD tarafından sözde hukuka uygun olarak başkent ilan edilmesi ve büyükelçiliğin şehre taşınma kararı alınması tutarsızlık arz etmektedir.[15]
Ayrıca, Uluslararası Hukuk Komisyonu tarafından hazırlanan Milletlerarası Haksız Fiilden Ötürü Devletin Milletlerarası Sorumluluğu madde 41(2) hiçbir devlet uluslararası hukukun temel normları bakımından ağır ihlal içeren bir hareketi hukuka uygun kabul edemez hükmüne yer verilmiştir.
ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararı, yukarıda ifade edilen gerekçe sebebiyle hukuka aykırılık teşkil etmek ile birlikte diğer devletlere ise madde 41(2) ışığında ABD’nin söz konusu kararını tanımama yükümlülüğü getirmektedir.
30 Eylül 2018 tarihinde ABD’nin Kudüs kararı sebebiyle Filistin, uyuşmazlığın çözümü için Uluslararası Adalet Divanı’na başvurmuştur. Filistin’in Adalet Divanı’na yaptığı başvuru çeşitli akademisyenler tarafından değerlendirilmiştir. Milanovic, Adalet Divanı’nın Monetary Gold prensibi gereğince ve Filistin’in bir devlet olarak kabul edilmemesi sebepleriyle davanın sürdürülmemesi gerektiğini ifade etmiştir.[16] Monetary Gold prensibi, üçüncü bir devletin hak veya sorumluluğunu ilgilendiren hususlarda Adalet Divanı’nın davanın esası üzerine yargılama yapmaktan kaçınması ilkesine dayanmakta ve Milanovic tarafından söz konusu davada İsrail lehine bir hakkın doğduğuna işaret edilmektedir. Milanovic’e yanıt niteliği taşıyan yazısı ile Miron ise Milanovic’i Monetary Gold prensibini yanlış tanımlamakla eleştirmiş ve prensibi şu şekilde tanımlamıştır: “Prensip, devletlerin hak ve ödevleri üzerinde doğrudan bir etki yapmaktan ziyade devletlerin hak ve ödevlerini, ilgili devletin onayı olmaksızın uluslararası yargılamadan korumak esasına dayanmaktadır.” Bu sebeple Adalet Divanı’nın bu prensibe dayanarak yargılama yapmaktan kaçınmasının öne sürülemeyeceği aktarılmıştır.[17]
Son olarak, 2018 yılında gerçekleştirilen Davos görüşmelerinde Benjamin Netanyahu ve Donald Trump’ın Kudüs meselesinin artık bir gündem konusu olmayacağı, konuya yönelik olarak herhangi bir açıklama yapmanın manasız olduğunu ifade etmeleri çarpıcıdır. BM’nin ABD’nin Kudüs kararını gayrimuteber olarak nitelendirmesi, diğer devletlere Kudüs kararını tanımamaları yönünde önerilerde bulunmasına rağmen durum pratikte beklenen sonucu vermemiştir.
IV. SONUÇ
İsrail ve Filistin’in Kudüs üzerindeki egemenlik iddiaları öğretide farklı görüşlerin oluşumu üzerinde etkili olmuştur. İsrail’in günümüzdeki konumunu alması peyderpey gerçekleşen güç kullanımları, bilinçli Yahudi göçleri, haksız yapı inşaları gibi farklı metotlar ile mümkün hale gelmiştir. Dolayısıyla İsrail’in temelini geçmişteki işgalci müdahalelerinden; uluslararası hukuka ağır ve açık aykırılık teşkil eden ihlallerinden aldığı iddia edilebilir. Nitekim İsrail’in Filistin topraklarına nüfuz etmesi dengesiz ve hukuksuz bir güç kullanımı ile mümkün olmuştur. Halbuki Birleşmiş Milletler Kurucu Antlaşması madde 2/4 askeri güç kullanımı ile toprak işgalini açıkça yasaklamıştır.[18]
Oslo Görüşmeleri ile Filistinlilere ait olması kararlaştırılan A ve B bölgelerine yönelik gerçekleştirilen planlı Yahudi göçleri bölgenin demografik yapısının antlaşmaya aykırı olarak bozulmasına yol açmıştır.
Ayrıca Uluslararası Adalet Divanı’nın duvar inşasına yönelik tavsiye kararında mahkeme, İsrail’in iç hukuku dikkate alınmaksızın Doğu Kudüs’te sivillerin korunmasına yönelik Cenevre Konvansiyonu Madde 47 hükmüne aykırı hareket ettiği görülmektedir.[19]
Bu nedenle Filistin topraklarının tamamının en başından beri Filistin’e ait olduğunu kabul etmek gerekir. Modern uluslararası hukuk anlayışının en temel kurallarından (jus cogens) biri olarak tanımlanan self determinasyon hakkı gereğince bir bölgede yer alan egemen güç yine kendi kaderini belirlemeye muktedir olmalıdır. Self determinasyon hakkının İsrail’in meşru savunma hakkı uğruna feda edildiği göz önüne alınarak, 1967 ve sonrasındaki sınırlara geri dönme çağrısı yapılmasına rağmen İsrail’in bu hususu dikkate almaksızın tek taraflı hareket etmesi, yakın süreçte Kudüs ve Golan Tepeleri hakkında aldığı kararlar dahil olmak üzere İsrail’in geçmişten günümüze attığı adımları hukuki dayanaklardan yoksun bırakmaktadır.
KAYNAKÇA
i Balcı, A. (2010). İsrail Sorunu: Ortadoğu’nun Gordion Düğümü, Dünya Çatışmaları Çatışma Bölgeleri ve Konuları, Cilt 1, Ankara: Nobel Yayınları, 2010, ss. 99-163.
[2] Lapidoth,R. (2013). Jerusalem. Oxford Public International Law.s.4
[3] Basic Law: Jerusalem, Capital of Israel, Laws of the State of Israel, vol. 34, s. 209 (1980)
[4] Lauterpacht, E. Jerusalem and the Holy Places,.(1980).
[5] https://www.justsecurity.org/63491/the-golan-heights-and-the-perils-of-defensive-annexation/
[6] Lauterpacht, s.42
[7] Lauterpacht. ss.46-48
[8] Cattan, H. Jerusalem (1981)
[9] Cassese, A. ‘Legal Considerations on the International Status of Jerusalem’ in H Koechler (ed) The Legal Aspects of the Palestine Problem with Special Regard to the Question of Jerusalem: Papers of the International Conference on the Legal Aspects of the Palestine Problem, in Vienna (5–7 November
1980) (Braumueller Wien 1981) 144–53.
[10] Lapidoth, R. para.41
[11] https://unispal.un.org/DPA/DPR/unispal.nsf/0/00862D2CA15A99EC85256257006DC39E
[12] Oxford Public International Law (https://opil.ouplaw.com/view/10.1093/law-oxio/e71.013.1/law-oxio-e71).(c) Oxford University Press, 2015 (09 December 2017)
[13] Klein, R.A., Brauer, G. (2005). History of the Disengagement Plan. The Jewish Agency for Israel http://www.jewishagency.org/disengagement/content/26384
[14] https://www.whitehouse.gov/briefings-statements/statement-president-trump-jerusalem/
[15] http://opiniojuris.org/2018/10/16/its-time-to-take-palestine-v-united-states-of-america-seriously/
[16] https://www.ejiltalk.org/palestine-sues-the-united-states-in-the-icj-re-jerusalem-embassy/
[17] https://www.ejiltalk.org/palestines-application-the-icj-neither-groundless-nor-hopeless-a-reply-to-marko-milanovic/
[18] https://www.ombudsman.gov.tr/contents/files/6535501-Birlesmis-Milletler-Antlasmasi.pdf
[19] Kattan,V. (2011).Competing Claims,Contested City: The Sovereignty of Jerusalem Under International Law, s.15